2920, Bölüm 02 – Şubat

Çeviren: Ceyhun Özgöç

3 Şubat, 2920

Yaztutan Adası, Artaeum

Sotha Sil yeni adayların birer birer palmiye ağacının yüksek dallarından topladıkları çiçek ve meyveleri yere bırakmadan önce nasıl da her seferinde farklı bir zarafetle süzüldüklerini izledi. Güne olan hayranlığını göstermek için başını sallamadan önce biraz bekledi. Syrabane’nin kadim zamanlarda poz verdiği söylenen daha yeni badanalanmış heykeli körfeze bakan en yüksek uçurumun en uç noktasındaydı. Solgun mor menekşe yaprakları nazik meltemin dokunuşuyla bir ileri bir geri gidiyordu. İleride ise okyanus, Artaeum ve büyük Yaztutan adasını ayıran sisli sınır görünüyordu.

“Olgun ve büyükleri makbuldür.” dedi adam son öğrenci de elindeki meyveyi sepete koyarken. Elini bir kez sallamasıyla meyve ve çiçekler ağaçtaki yerlerine geri dönmüşlerdi. Elini bir kez daha salladı ve tüm öğrenciler büyücünün etrafında yarım daire şeklini aldılar. Adam beyaz cüppesinden liften yapılmış ufak bir top çıkardı.

“Bu nedir?”

Öğrenciler testi anlamışlardı. Testin amacı gizemli eşyaların üzerinde tanımlama büyüsünü uygulamaktı. Her aday gözlerini kapattı ve topu evrensel Gerçeklik boyutunda hayal etmeye başladı. Tüm maddi ve ruhani maddeler gibi topun da negatif bir görüntüsü, ikincil bir türü, benzer varoluş yolları, gerçek anlamı, kozmosta bir şarkısı, uzayın var oluşunda bir dokusu, her zaman var olmuş ve her zaman da var olacak olan bir varoluşçu yüzü gibi eşsiz bir tınısı vardır.

“Bir top.” dedi Welleg adındaki genç Kuzeyli. Bu sözü adaylardan kiminin kıkırdamasına fakat birçoğunun, özellikle de Sotha Sil’in kaşlarını çatmasına neden olmuştu.

“Gerçekten aptal olmak istiyorsan en azından biraz da komik ol.” diye söylendi büyücü ve sonra kafası karışmış gibi görünen siyah saçlı genç Yüce Elf kızına sordu “Lilatha, sence bu nedir?”

“Bu bir grom.”dedi Lilatha tereddütle. “K-k-kr-krevinasim’i keşfettikten sonra Meftun’ların yaptığı bir şey. “

“Karvinasim. Fakat yine de çok iyi.” dedi Sotha Sil. “Şimdi söyle bakalım, bu ne anlama geliyor?”

“Bilmiyorum.” diye itiraf etti Lilatha. Öğrencilerin geri kalanı da katılırcasına başlarını salladılar.

“Cisimleri anlamanın katmanları vardır.” dedi Sotha Sil. “Sıradan birisi nesneye bakar ve düşünme biçimine göre nesneyi zihnine yerleştirir. Fakat kendini Eski Yöntemlerle, yani mistizmdeki Psijic felsefesinde yetiştirmiş olanlar bir nesneyi görür ve o nesneyi asıl amacına yönelik yorumlarlar. Fakat gerçek anlama ulaşmak için bir katmanı daha aşmanız gerekir. Nesnenin gerçek varoluş amacını, kendi gerçekliğini tanımlayıp, bu tanımın üzerinden yorum yapmanız gerekir. Bu durumda; Top, aslında kıtanın kuzey batı taraflarında bir su altı ırkı olan Dreughlar tarafından yapılmış bir gromdur. Hayatlarının tek bir yılında karada gezinmek için Karvinasim’e girerler. Bunu takiben tekrar suya döndüklerinde karada yaşayabilmeleri için yarattıkları organları ya da deriyi yer veya yutarlar. Daha sonra da yuttuklarını bunun gibi toplar şeklinde kusarlar; Grom. Dreugh kusmuğu.”

Öğrenciler topa iğrenerek baktılar. Sotha Sil bu dersi vermeyi çok seviyordu.

————————

4 Şubat, 2920

İmparatorluk Şehri, Cyrodiil

“Casuslar.” diye homurdandı İmparator. Küvetinde oturmuş ayağındaki nasıra bakıyordu. “Her tarafımdalar, hainler ve casuslar.”

Metresi Rijja İmparatorun sırtını keseliyordu. Bacaklarını İmparatorun beline dolamıştı. Yılların verdiği deneyimle ne zaman duygusal ne zaman da şehvetli davranması gerektiğini biliyordu. İmparator böyle bir ruh halindeyken yapılacak en iyi şey sakin, rahatlatıcı ve olabildiğince baştan çıkarıcı olmaktı. Ayrıca kendisine doğrudan bir soru sormadıkça ağzını da açmamalıydı.

Tam da o anda bir şey sormuştu: “Birisi Majesteleri’nin ayağına bastığı zaman “Üzgünüm Majesteleri.” derse ne düşünürsün? Sence “Affınıza sığınırım Majesteleri.” daha uygun değil mi? ‘Üzgünüm’ demek tıpkı o serseri Argonyalı’nın “Benim Majestelerim olduğunuz için üzgünüm.” demesi gibi geliyor. Sanki Rüzgartepe ile olan savaşı kaybetmemizi istiyormuş gibi hissettirmesi de cabası.”

“Peki sizi ne daha iyi hissettirir?” diye sordu Rijja. “Onu kamçılatmak ister miydiniz? O sadece sizin de öngördüğünüz gibi Soulrest’in Savaş Reisi. Bu ceza ona nereye bastığına dikkat etmesi gerektiğini öğretirdi.”

“Babam olsa onu kamçılatırdı. Büyük babam ise doğrudan öldürürdü.” diye yeniden homurdandı İmparator. “Fakat birileri bana saygı gösterdiği sürece ayağıma basmaları o kadar da önemli değil. Ayrıca bir de bana karşı kötü planlar kurmadıkça.”

“Birilerine güvenmek zorundasınız.”

“Sadece sana güveniyorum.” diye gülümsedi İmparator ve Rijja’ya bir öpücük vermek için döndü. “Ve oğlum Juilek’e, sanırım, yine de biraz daha dikkatli olmasını tercih ederdim.”

“Peki ya konseyiniz ve Potentane?” diye sordu Rijja.

“Hepsi birer casus ve yılan sürüsünden başka bir şey değil.” dedi kahkahalarla İmparator. Bir kez daha metresini öptü. Sevişmeye başladıklarında kulağına fısıldadı: “Sen yanımda olduğun sürece dünyayı her şekilde yönetebilirim.”

————————

13 Şubat, 2920

Matemhisar, Rüzgartepe

Turala şehrin elmaslara süslü kara kapılarının önünde durdu. Rüzgar etrafından haşince esti. Fakat o hiçbir şey hissetmedi.

Biricik metresinin hamile olduğunu duyunca küplere binen Dük kadına bir an önce gözden kaybolmasını emretmişti. Turala defalarca ve tekrar tekrar Dük’ü görmeyi denedi fakat her defasında muhafızlar onu geri çevirdi. En sonunda geldiği yere, ailesine dönerek onlara gerçeği söyledi. Keşke onlara yalan söyleyip bebeğin babasının kim olduğunu bilmediğini söyleseydi. Bir asker, bir maceracı ya da herhangi biri… Fakat onlara babanın Indoril Hanesi’nin Dük’ü olduğunu söylemişti. Redoran Hanesi’nin onurlu birer üyeleri olan ailesi de Turala’nın beklediği gibi yapmak zorunda oldukları şeyi yapmışlardı.

Elinin üzerinde tüm hıçkırıklarına rağmen babasının dağladığı “Sürgün” işareti vardı. Fakat tüm acılardan öte onu en çok inciten Dük’ün acımasızlığı olmuştu. Önce kapıya sonra da kış ayazının dondurduğu topraklara baktı. Çarpık, uyuyan ağaçlar ve kuşların uçmadığı bir gökyüzü. Artık Rüzgartepe’deki kimse onu kabul etmeyecekti. Çok uzaklara gitmeliydi.

Ağır ve kederli adımlarla yolculuğuna başladı.

————————

16 Şubat, 2920

Senchal, Anequina (Günümüzde Elsweyr olarak bilinir)

Kocasının üzgün halini fark eden Kraliçe Hasaama “Canın neye sıkkın?” diye sordu. Sevgililer Günü’nün sonlarına doğru sevinçten havalara uçuyor, balo salonundaki her konukla dans ediyordu. Fakat bu gece erken pes etmişti. Onu gördüğünde yatağına kıvrılmış, kaşları çatıktı.

“Şu lanet olasıca Ozan’ın Polydor ve Eloisa hakkındaki hikayesi ruhumu kararttı.” diye homurdandı. “Neden her şeyi bu kadar kederli anlatmak zorunda?”

“Fakat hikayenin aslı öyle değil mi tatlım? Dünyanın acımasız gerçekliğiyle lanetlenmemişler miydi?”

Gerçeğin ne olduğu umurumda değil. Bu kadar can sıkıcı bir hikaye anlatarak beni bunalttı ve bir daha da hikaye anlatmasına izin vermeyeceğim.” Kral Dro’Zel yatağında doğruldu. Gözleri yaşlarla ıslanmıştı. “Sahi nereli demişlerdi onun için?”

Yeşilyurt’taki Gilverdale’den geliyor diye biliyorum.” dedi Kraliçe. Sarsılmıştı. “Sevgili kocam, ne yapmayı düşünüyorsun ki?”

Kral Dro’Zel tek bir hamleyle kulesinin basamaklarına doğru yönelerek odasından çıktı. Kraliçe Hasaama kocasının ne yapacağını bilseydi onu durdurmayı denemezdi bile. Son zamanlarda iyice dengesizleşmiş, en ufak bir olayda histeri krizlerine girmeye eğilimli olmaya başlamıştı. Fakat hiçbir zaman ne Kral’ın çılgınlığının derinliğinden, ne de bir ozan ve ölümlü insanın kötülüğü ve iğrençliği ile ilgili hikayesine takabileceğini hiç düşünmemişti.

————————

19 Şubat, 2920

Gilverdale, Yeşilyurt

“İyi dinle.” dedi yaşlı marangoz. “Eğer üçüncü hücrede değersiz pirinç zımbırtıları varsa ikinci hücrede mutlaka altın anahtar vardır. Eğer altın anahtar birinci hücredeyse, o zaman üçüncü hücrede değersiz pirinçler vardır. Ancak, ikinci hücrede değersiz pirinç zımbırtıları varsa, o zaman altın anahtar kesinlikle birinci hücrededir.”

“Anladım.” dedi kadın. “Daha önce de söyledin. O zaman altın anahtar birinci hücrede değil mi?”

“Hayır.” dedi marangoz. “Dur tekrar anlatayım.”

“Anneciğim?” dedi küçük çocuk kadının kolundan çekiştirerek.

“Bir dakika canım, bak anne konuşuyor.” dedi kadın. Tüm dikkati bilmecedeydi. “Şimdi sen dedin ki, eğer ikinci hücre beş para etmez şeylerle doluysa altın anahtar üçüncü hücrededir, değil mi?”

“Hayır.” dedi tekrar marangoz sabırla. “Üçüncü hücrede zımbırtılar varsa o halde ikinci hüc–“

“Anne!” diye bağırdı çocuk. Sonunda annesi dönüp baktı.

Parlak, kızıl bir sis bir binadan diğer binaya geçerken arkasında bıraktığı iz ile büyük bir dalga gibi şehrin üzerine akıyordu. Ardından kırmızı derili bir dev göründü. Bu, Daedra Molag Bal’dı. Gülümsüyordu.

————————

29 Şubat, 2920

Gilverdale, Yeşilyurt

Almalexia atına nehirden su içirmek için geniş bir araziyi kaplayan çamur yığınının içinde durdu. At suyu içmeyi reddetti. O bile iğrenmiş görünüyordu. Almalexia’ya bu durum çok garip gelmişti. Matemhisar’dan beri müthiş bir hızla koşuyordu atı ve mutlaka susamış olması gerekiyordu. Atından indi ve birkaç adim attı.

“Neredeyiz?” diye sordu.

Kadınlarından biri bir harita çıkardı. “Sanırım Gilverdale denen bir şehre yaklaşıyoruz.”

Almalexia hızla gözlerini kapatıp açtı. Görüntü katlanılamayacak derecedeydi. Takipçileri izlerken kadın bir parça taş ve bir kemik parçasını birleştirip kalbinin üzerinde tuttu.

“Artaeum’a doğru gitmeliyiz.” dedi fısıltıyla.

————————

2920 Mart ile devam edecek…

Share :