Çeviren: Deniz Görmez
Sevdiğim her şeyi kaybettim, diye düşündü Barenziah kederli bir halde, gerideki ve ilerideki muhafızlara, yakındaki bir arabanın içindeki hizmetçilerine bakarak. “Fakat bir miktar zenginlik ve güç kazandım ve dahasını alacağıma dair söz. Ağır bir bedel ödedim. Simdi Tiber Septim’in ona olan aşkını daha iyi anlıyorum, eğer o da böyle bedeller ödediyse sıkça. Kesinlikle değer ödediğimiz bedelle ölçülüyor.” Arzusu doğrultusunda parlak, kir renkli bir kısrağa biniyordu ve üzerinde Kara Elf yapımı göz alıcı bir örgü zırh vardı.
Günler yavaşça geçip gider ve kervan dolambaçlı yoldan doğuya, yükselen güneşe doğru, yol alırken, Rüzgartepe’nin dik yamaçlı dağları etrafında yükseldi git gide. Hava inceydi ve soğuk bir sonbahar rüzgarı sürekli esiyordu.
Fakat aynı zamanda Rüzgartepe’nin yerel bitkisi olan ve onun dağlarında bulabildiği her gölgeli kuytuda, her çatlakta yetişen, en kayalık uçurumlarda ver sırtlarda bile besin bulabilen, geç açan karagülün baharlı kokusu her yani sarmıştı. Küçük köylerde ve kasabalarda, şamatacı Kara Elfler adını haykırmak ya da sadece bakmak için yol kenarlarında toplanmışlardı. Korumalarının çoğu Kızılmuhafızların aralarında birkaç Breton birkaç Yüksek Elf ve birkaç tane de Kuzeyli vardı. Rüzgartepe’nin kalbine doğru zikzaklar çizerek seyahat ederlerken artan bir şekilde huzursuzlandılar ve savunma kümeleri halinde gruplandılar. Elf muhafızlar dahi tedbirli görünüyorlardı.
Fakat Barenziah kendini evde hissediyordu, en sonunda. Bu toprakların, kendi topraklarının, kendisine hoş geldin dediğini hissedebiliyordu.
Symmachus onu Mournhold sınırında, yaklaşık olarak yarısı Kara elf olan muhafızlarla birlikte karşıladı. İmparatorluk Üniforması içinde, buna dikkat etti.
Büyük bir, şehre giriş töreni düzenlenmişti ve şehrin yüksek mevkideki görevlileri hoş geldin konuşmaları yaptılar.
“Kraliçenin odasını sizin için tekrar döşettirdim,” dedi general ona daha sonra saraya ulaştıklarında, “fakat tabii ki zevkinize uygun olmayan herhangi bir şeyi değiştirebilirsiniz.” Takip eden haftada gerçekleşecek olan taç giyme töreninin detaylarıyla devam etti. O alışılmış kontrollü halini sergiliyordu general — fakat başka bir şeyler de sezdi Barenziah. Düzenlemeler için Barenziah’ın onayını almaya çok hevesliydi, hatta bunun peşinde koşuyordu. Bu yeniydi. Daha önce hiç onun onayına gerek duymamıştı.
Barenziah’a İmparatorluk Şehri’nde geçirdiği zaman ya da Tiber Septim ile olan ilişkisi hakkında hiçbir şey sormadı — nedir Barenziah Drelliane’in her şeyi ona detaylarıyla anlattığından ya da daha gelmeden önce yazdığından emindi.
Seremoninin kendisi de, birçok şey gibi, eskiyle yeninin bir karışımıydı — bazı kısımları Mournhold’un kadim Kara Elf geleneklerine, diğer kısımlarıysa İmparatorluk buyruklarına göre yapılmıştı. Mournhold’a ülkesine ve halkına hizmet edeceğine yemin ettiği gibi İmparator’un da hizmetinde olacağına yemin etmişti. Halkın, asillerin ve yönetimdekilerin sadakat ve bağlılık yeminlerini kabul etti. Bu sonuncusu İmparatorluk elçileri (“danışmanlar” deniyordu onlara) ve Mournhold halkının yerel temsilcilerinin ki Kara Elf geleneklerine uygun olarak çoğu yaslılardan oluşuyordu, bir karışımıydı.
Barenziah sonradan keşfetti ki zamanının çoğunu bu iki tarafı ve onların dostlarını uzlaştırmak ile harcıyordu. İmparatorluk tarafından ortaya atılan toprak sahipliği ve çiftçilik ile ilgili reformların ışığında çoğunlukla uzlaştırılması gereken taraf yaslılar oluyordu. Tiber Septim, “Tek Olan ‘in adına,” yeni bir gelenek buyurmuştu — ve görünüşe bakılırsa tanrıların ve tanrıçaların bile buna uyması bekleniyordu.
Yeni Kraliçe kendini işlerine ve çalışmalarına verdi. Aşk ve erkekler ile işi bitmişti çok, çok uzun bir süreliğine — sonsuza kadar değilse bile. Başka zevkler de vardı, tıpkı uzun zaman önce Symmachus’un ona söylediği gibi, onları keşfetmişti: akla ve güce dair zevkler. Kara Elf tarihine ve mitolojisine derin bir tutkuyla bağlandı (şaşırtıcı bir şekilde çünkü İmparatorluk Şehri’ndeki öğretmenlerine hep karşı çıkardı), arasından çıktığı insanları daha derinden tanımaya açlık duyuyordu. Onların kadim zamanlardan beri onurlu savaşçılar, yetenekli zanaatkarlar ve kurnaz büyücüler olduklarını öğrenmekten memnun oldu.
Tiber Septim bir yarım yüzyıl daha yaşadı, bu süre boyunca bazı resmi işler sebebiyle İmparatorluk Şehri’ne davet edildiğinde Barenziah onu birkaç kez daha gördü. Bu ziyaretler sırasında Tiber Septim, onu içtenlikle karşıladı, hatta fırsat bulduklarında İmparatorluk’taki olaylar hakkında uzun sohbetler ettiler. Aralarında basit bir arkadaşlıktan ya da temel bir ittifaktan daha öte bir ilişki olduğunu çoktan unutmuş gibi görünüyordu Tiber Septim. Yıllar geçtikçe çok az değişmişti. Söylentilere göre büyücüleri hayatını uzatmak için çeşitli büyüler icat etmişlerdi, hatta deniliyordu ki bizzat Tek Olan ona ölümsüzlük bahsetmişti. Sonra bir gün bir ulak Tiber Septim’in öldüğünü ve yerine torunu Pelagius’un İmparator olduğunu bildiren haberlerle çıkageldi.
Haberleri gizlice almışlardı, O ve Symmachus. İmparatorluk Generali ve şimdi onun güvenilir Başbakanı bunu duygusuzca karşıladı, çoğunlukla yaptığı gibi.
“Bir şekilde bu mümkün gelmiyor,” dedi Barenziah.
“Sana söyledim. İnsanoğulları böyledir iste. Kısa ömürlü yaratıklardır. Bunun bir önemi yok. Gücü devam ediyor ve şimdi oğlu bu gücün sahibi.”
“Ona dostum derdin bir zamanlar. Hiçbir şey hissetmiyor musun? Hiç mi üzülmüyorsun?”
Omuz silkti. “Bir zamanlar sen de ona daha başka şekilde hitap ederdin. Sen ne hissediyorsun Barenziah?” Uzun zaman önce yalnızlarken birbirlerine resmi unvanlarıyla seslenmeyi bırakmışlardı.
“Boşluk. Yalnızlık.” diye cevapladı, sonra o da omuz silkti. “Fakat bu yeni bir şey değil.”
“Biliyorum,” dedi yumuşakça Symmachus, elini tutarak. “Barenziah… ” O’nun yüzünü kendininkine çevirip onu öptü.
Bu hareket Barenziah’ı şaşkınlık içinde bırakmıştı. Daha önce onun kendisine dokunduğunu hiç hatırlamıyordu. Onu hiç bu şekilde düşünmemişti — fakat şimdi, inkar edilemez şekilde, eski tanıdık bir sıcaklık vücuduna yayılıyordu. Ne kadar iyi hissettirdiğini unutmuştu, bu sıcaklığın. Hissettiği Tiber Septim ile birlikteyken hissettiği kavurucu ateş değil de, rahatlatıcı, güçlü bir duygu, anılarında bir şekilde… Bir şekilde Straw ile iliştirilmiş o sıcaklıktı. Straw! Zavallı Straw. Uzun zamandır onu düşünmemişti. Eğer hala hayataysa orta yaşlı olmalıydı simdi. Muhtemelen bir düzine çocukla, diye düşündü sevgiyle… Ve sevecen bir esle, ikisi için de konuşabilecek biriyle.
“Evlen benimle, Barenziah,” diyordu Symmachus, görünüşe göre onun evlilik ile ilgili düşüncelerini sezmişti, çocuklar… Eşler, “Yeterince uzun süre çalışıp didindim, öyle değil mi?”
Evlilik. Köylü hayallerine sahip bir köylü. Bu düşünce davetsiz ve apaçık bir şekilde aklında belirdi. Bu sözleri Straw için kullanmamış mıydı, çok uzun zaman önce? Ve şimdi, neden olmasın? Eğer Symamchus olmayacaksa, başka kim olacaktı ki?
Rüzgartepe’nin soylu büyük ailelerinin çoğu anlaşmadan önce Tiber Septim ‘in Birlik Savaşı’nda yok olmuştu. Kara Elf egemenliği yerini almıştı, bu doğruydu — fakat eski, gerçek soyluluk değil. Çoğu Symmachus gibi birden zengin olan kimselerdi ve yarısı bile onun kadar iyi ya da hak eder değildi bunu. Mourhold’u tek parça halinde ve ayakta tutmak için savaşmıştı o, sözde danışmanlar tıpkı Ebonheart’in iliklerini sömürdükleri gibi. Onun iliklerini sömürmeye çalışırlarken. Mournhold için savaşmıştı, Barenziah için savaşmıştı, o ve şehir gelişip serpilirken. Aniden derin bir şükran hissetti — ve reddedilemez bir şekilde, sevgi. İstikrarlı ve güvenilirdi. Ve ona hakkıyla hizmet etmişti. Ve onu hakkıyla sevmişti.
“Neden olmasın?” dedi, gülümseyerek. Ve onun elini tutup onu öptü.
“Birlik” hem politik hem de kişisel yönleriyle iyi bir görüntü veriyordu. Tiber Septim ‘in torunu, İmparator I. Pelagius, buna şüpheyle baksa da, babasının eski arkadaşına güveni tamdı.
Öte yandan, Symmachus, geçmişindeki köylü ataları ve İmparatorluk ile yakın ilişkileri yüzünden Rüzgartepe’nin kibirli sosyetesi tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Fakat Kraliçe sarsılmaz derecede seviliyordu. “Leydi Barenziah bizlerden biri,” diye fısıldanıyordu, “esir tutuluyor, tıpkı bizim gibi.”
Barenziah halinden oldukça memnundu. Çalışma ve tatmin vardı — ve insan daha başka ne isterdi ki hayattan?
Yıllar çabucak geçti, beraberinde üstesinden gelinmesi gereken krizler, fırtınalar, kıtlıklar ve acı veren başarısızlıklarla ve suya düşürülen planlar ve idam edilen komplocular ile. Mournhold durmadan gelişti. Halkı tok ve güvenli, madenleri ve tarlaları verimliydi. Her şey yolundaydı — kraliyet evliliğinin hiç meyve vermemesi haricinde. Hiçbir varis.
Elf çocukları geç gelirler ve geldiklerinde de ilginin en alasını isterler — ve soylu çocuklar diğerlerinde daha da fazla. Bu nedenle ikisi de endişelenmeye başlamadan evvel onlarca yıl geçti.
“Sorun bende, Symmachus. Ben kusurlu bir eşyayım,” dedi Barenziah acı bir şekilde. “Eğer başka bir… “
“Ne başka birini istiyorum,” dedi Symmachus yumuşakça, “ne de sorunun sende olduğuna eminim. Belki de bendedir. Hangisi olursa olsun. Bir çaresini arayacağız. Eğer bir kusur varsa, şüphesiz bir çaresi de vardır.”
“Nasıl peki? Hiç kimseye gerçek hikayemizi anlatacak kadar güvenmediğimize göre? Şifacılar sözlerine her zaman sadık kalmazlar.”
“Eğer zamanı ve şartları biraz değiştirirsek fark etmez. Her ne söylersek söyleyelim ya da söylemeyelim, Öykücü Jephre hiç dinlenmez. Tanrı’nın yaratıcı aklı ve çabuk dili her zaman söylenti ve dedikodu yaymakla meşguldür.”
Rahipler, şifacılar ve büyücüler gelip gittiler, fakat bütün duaları, ilaçları ve aşk iksirleri bırakın bir meyveyi, bir çiçek vaadi bile sunamadılar. En sonunda bu meseleyi akıllarından çıkarıp her şeyi Tanrıların ellerine bıraktılar. Henüz gençti her ikisi de, Elfler çok uzun süre yaşadığı için, önlerinde yüzyıllar vardı. Zamanları vardı henüz. Elfler için hep zaman vardı.
Barenziah Büyük Salon’da akşam yemeğine oturmuş, tabağındaki yemekle oynuyordu, huzursuz ve sıkılmış hissediyordu kendini. Symmachus yoktu, Tiber Septim ‘in büyük-büyük-torunu, Uriel Septim tarafından İmparatorluk Sarayı’na çağrılmıştı. Yoksa büyük-büyük-büyük-torunu muydu? Sayısını unuttuğunu fark etti. Hepsinin yüzü bir diğerininkine karışıyormuş gibi görünüyordu. Belki de Barenziah da onunla birlikte gitmeliydi; fakat Tear’dan, yorucu bir konu hakkında görüşmek üzere bir delegeler kurulu gelmişti, incelikle ele alınması gereken bir konuydu.
Bir ozan salona çıkıntı yapan bir balkonda şarkı söylüyordu fakat Barenziah dinlemiyordu. Son zamanlarda tüm şarkılar ona aynı geliyordu, yeni ya da eski olması fark etmeksizin. Sonra bir mısra dikkatini çekti. Ozan özgürlükten, maceradan, Rüzgartepe’yi zincirlerinden kurtarmaktan bahsediyordu. Nasıl cüret ederdi buna! Barenziah dik oturdu ve ona kötü kötü baktı. Daha da kötüsü, fark etti ki ozan kadim ve simdi ruhani bir hal almış olan Skyrim Kuzeyliler ile yapılan bir savaştan bahsediyordu; Kral Edward ve Kral Moraelyn ile cesur Yoldaşlarının kahramanlıklarını övüyordu. Hikaye kesinlikle oldukça eskiydi, fakat şarki yeniydi… Ve anlamı… Barenziah emin olamadı.
Cesur bir adamdı, su ozan, güçlü, tutkulu bir sesi ve iyi bir müzik kulağı vardı. Biraz yakışıklıydı da, biraz da gösterişçi. Tam olarak hali vakti yerinde biri gibi görünmüyordu, pek genç de değildi. Kesinlikle yüzyılın altında bir yaşı olamazdı. Neden onu daha önce dinlememişti ya da en azından onun hakkında hiçbir şey duymamıştı?
“Kim bu?” diye sordu hazırda bekleyen bir hizmetçiye.
Kadın omuz silkti ve dedi ki: “Kendine Bülbül diyor, Leydim. Kimse onun hakkında bir şey biliyormuş gibi görünmüyordu.”
“Bitirince onunla konuşmak istediğimi söyle.”
Bülbül denen adam yanına geldi, Kraliçe’nin huzuruna kabul edilmenin onuru ve kendisine verilen kabarık kese için teşekkür etti. Tavırları hiç de cesurca değil, diye düşündü Barenziah, oldukça sessiz ve alçakgönüllü. Başkaları hakkında konuşmakta gecikmedi fakat kendisi hakkında hiçbir şey söylemedi — bütün soruları esprili cevaplar ya da müstehcen hikayelerle cevapsız bıraktı. Lakin bunlar o kadar çekici bir şekilde naklediliyorlardı ki alınmak imkansızdı.
“Gerçek adım mi? Leydim, ben hiç kimseyim. Hayır, hayır, ebeveynlerim bana Zamanını Bildin mi demişler — yoksa Hayır Dostum muydu? Ne fark eder? Hiç fark etmez. Ebeveynler tanımadıklarına nasıl isim verebilirler ki? Ah! Sanırım adım buydu, Tanımama. O kadar uzun süredir Bülbülüm ki hatırlamıyorum, şeyden beri, ah, geçen ay en azından — yoksa geçen hafta mıydı? Bütün anılarım sarkıllara ve hikayelere gidiyor, görüyorsunuz ya, Leydim. Kendime dair hiçbir şey kalmadı. Gerçekten çok sıkıcı ve boşum. Nerede doğdum? Neden, Hiçbiryer’de (Knoweyr) Oraya vardığımda Gezdimdolastim’a yerleşmeyi planlıyorum… fakat acelem yok.”
“Anlıyorum. O zaman Kesinlik’le evleneceksin?”
“Çok doğru anlamışsınız, Leydim. Belki de, belki de. Ama Hanzevki’ni (Innhayst) de oldukça çekici buluyorum, ara sıra yani.”
“Ah. Döneksin yani?”
“Rüzgar gibi, Leydim. Bir o tarafa eserim, bir bu tarafa, sıcak ve soğuk, şans elverirse. Şans benim elbisemdir. Kimselere yakışmaz benden fazla.”
Barenziah gülümsedi. “O zaman biraz daha bizimle kalın Lordum… Eğer arzu ederseniz.”
“Nasıl isterseniz Leydim.”
Bu küçük sohbetten sonra Barenziah hayata olan ilgisini bir şekilde tekrar alevlendiğini hissetti. Bayat gelen her şey tekrar yeni ve taze görünüyordu. Her günü zevkle karşılayıp, Bülbül ile olan konuşmalarını ve onun şarkılarını dört gözle bekliyordu. Diğer ozanların aksine o hiç onu ya da başka kadınları yücelten şarkılar söylemiyordu; sadece cesur işleri ve büyük maceraları anlatıyordu.
Ona bunu sorduğunda, dedi ki, “Güzelliğiniz hakkında aynanızın size sunduğundan daha büyük nasıl bir övgü istersiniz Leydim? Ve eğer sözcükler ise istediğiniz, siz onların en güzellerine sahipsiniz, onlar ki benim acemi sözcüklerimden daha yücedirler. Ben ki bir hafta olmuş dünyaya geldim geleli, nasıl yarışırım onlarla?”
Bir keresinde özel olarak konuşuyorlardı. Uyuyamayan Kraliçe, müziği kendisini rahatlatır diye onu odasına çağırtmıştı. “Tembel ve korkaksın, bayağı, bundan başka hiçbir çekiciliğin yok gözümde.”
“Leydim, sizi övmek için sizi bilmem gerek. Sizi asla bilemem. Bilinmezliklerle, büyülü sislerle sarınmışsınız.”
“Hayır, öyle değil. Büyüyü dokuyan senin kelimelerin. Kelimelerin… Ve gözlerin. Ve vücudun. Bil beni eğer istiyorsan. Bil beni eğer cesaretin varsa.”
O zaman ona doğru gitti. Yan yana uzandılar, öpüştüler, sarıldılar. “Barenziah bile tanımıyor Barenziah’i gerçekten,” diye fısıldadı yumuşakça, “ben nasıl bileyim? Leydim onu ne biliyor ne de arıyorsunuz. Neye sahip olmak isterdiniz, simdi sahip olmadığınız?”
“Tutku,” diye cevap verdi. “Tutku. Ve ondan doğacak çocuklar.”
“Peki ya çocuklarınız için ne isterdiniz? Onların ne tür bir doğum hakki olabilir?”
“Özgürlük,” dedi, “özgürlük olur. Sen ki bu gözlere ve kulaklara ve onları birleştiren ruha en bilge kişisin, sen söyle bana. Nere bulabilirim bunları?”
Biri tam yani basınızda yatıyor, diğeri altınızda. Lakin elinizi uzatmaya cüret edebilir misiniz, sizin ve çocuklarınızın olabilecek şeyi almak için?
“Symmachus… “
“Benim şahsımda sizin aradığınız şeyin cevabı var. Diğeri altımızda gömülüdür, tam da krallığınızın madenlerinde. İşte o bize hayallerimizi gerçekleştirme gücünü verecek. Oydu Edward ve Moraelyn’e, Ulu kaya’yı ve ruhlarını Kuzeyliler’in nefret dolu hakimiyetinden kurtarma gücünü veren. Eğer uygun bir şekilde kullanılırsa Leydim, hiç kimse karsısında duramaz, İmparator’un kontrol ettiği güç bile. Özgürlük mü diyorsunuz? Barenziah, özgür kılar sizi bağlı olduğunuz zincirlerinizden. Düşünün bunu, Leydim.” Onu tekrar öptü, nazikçe ve geri çekti kendini.
“Ayrılmıyorsun… ?” diye bağırdı. Vücudu onu arzuluyordu.
“Şimdilik,” dedi. “Beraber sahip olabileceklerimizin yanında bedeni zevkler hiçbir şey. Söylediklerim üzerinde düşünmeni istiyorum.”
“Düşünmeye gerek yok. Ne yapmamız gerekiyor? Hangi hazırlıkları yapmalıyız?”
“Neden — hiç. Madenlere serbestçe girilemez, bu doğru. Lakin yanımda kraliçe varken kim karşımda durabilir ki? Bir kez aşağı indik mi, sana bu işin gittiği yere kadar rehberlik edebilirim ve yattığı yerden onu kaldırabiliriz.”
O anda bitip tükenmek bilmeyen çalışmalarının hatıraları aklına geldi. “Çağırma Borusu (The Horn of Summoning),” diye fısıldadı hayranlıkla. “Bu doğru mu? Olabilir mi? Nereden biliyorsun? Daggerfall’un sonsuz mağaralarının altında gömülü olduğunu okumuştum.”
“Hayır, uzun zaman bu konu üstünde çalıştım. Ölmeden önce Kral Edward Boru’yu saklaması için dostu Kral Moraelyn’e verdi. O da onu burada, Mournhold ‘da, doğum yeri ve etki alanı burası olan, Tanrı Ephen’in koruması altında gizledi. Simdi sen de öğrenmesi bana uzun yıllara ve yorucu yollara mal olan bu bilgiye sahip oldun.”
“Fakat Tanrı? Ya Ephen ne olacak?”
“Bana güvenin Leydim. Her şey iyi olacak.” Hafifçe güldü ve son bir öpücük vererek gitti.
Ertesi gün madenlere giden kapıların önündeki gardiyanları geçip, derinlere doğru yol aldılar. Barenziah’ın alışılmış denetim turlarından biri olduğu bahanesiyle birlikte yer altındaki terk edilmiş mağaraları dolaştılar. Sonunda mühürlenip unutulmuş bir kapı gibi görünen bir yere ulaştılar ve içeri girmelerini takiben gördüler ki burası madenin uzun zaman önce terk edilmiş bir parçasıydı. Madenlerin derinliklerine yapılan bu gezi güvenli değildi çünkü eski direklerden bazıları yıkılmıştı ve yollarını ya molozların içinden açmalı ya da geçit vermeyen yerlerde etrafından dolaşmalıydılar. Yırtıcı fareler ve dev örümcekler etrafta dolaşıyordu, hatta bazen onlara saldırıyordu. Fakat Barenziah’i ateş topu büyüleri ya da Bülbül’ün çevik hançer darbelerine eş değildi hiçbiri.
“Çok uzağa geldik,” dedi Barenziah en sonunda. “Bizi aramaya gelecekler. Onlara ne diyeceğim?”
“Ne arzu ederseniz,” Bülbül güldü. “Siz Kraliçesiniz, değil mi?”
“Lord Symmachus–“
“O köylü, gücü her kim tutarsa ona itaat eder. Hep öyle yaptı, hep öyle yapacak. Güce biz sahip olmalıyız Leydim.” Dudakları en tatlı şarap, dokunuşu hem ateş hem de buzdu.
“Şimdi,” dedi, “şimdi al beni. Hazırım.” Vücudu inliyor gibi görünüyordu, her bir siniri ve kaşı gergindi.
“Henüz değil. Burada, böyle değil.” Etraftaki eskimiş, tozlu yıkıntıları ve çirkin kaya duvarları işaret ederek ellerini salladı. “Birazcık daha bekle.” İsteksizce Barenziah kafasını sallayıp isteğine uydu. Yürümeye devam ettiler.
“İşte,” dedi Bülbül sonunda, çıplak bir duvarın önünde durarak. “İşte burada yatıyor.” Tozların üzerine bir rün yazıp diğer eliyle de büyü yaptı.
Duvar çöktü. Eski bir tapınağa giden bir giriş çıktı ortaya. Ortasında elindeki çekici adamantium bir örsün üstünde, havaya kaldırmış bir tanrı heykeli vardı.
“Damarlarımda dolaşan kanla, Ephen” diye bağırdı Bülbül, “Sana uyanmanı emrediyorum! Moraelyn ‘in varisi Ebonheart ben, krallık soyunun son üyesi, kanının ortağı. Rüzgartepe’nin bu muhtaç anında, bütün Elfler bedenen ve ruhen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya iken, muhafaza ettiğin mükafatı bana ver. Simdi sana emrediyorum, vur!”
“Son sözlerini söylerken, heykel parladı ve hareketlendi, tastan bos gözleri kıpkırmızı parladı. Kocaman başı oynadı, çekiç örse vurdu ve örs gök gürültüsünü andıran bir sesle parçalara ayrıldı, tastan tanrının kendisi de ufalanıp gitti. Barenziah kulaklarını elleriyle kapatıp, korkunç bir şekilde titreyerek, iniltiler içinde yere çömeldi.”
Bülbül cesurca ileri çıktı ve coşkulu bir kükremeyle kalıntıların arasında yatan şeyi sıkıca kavradı. Onu havaya kaldırdı.
“Birisi geliyor!” diye bağırdı Barenziah panik içinde, o anda fark etti Bülbül’ün elinde tuttuğu şeyi. “Fakat bu Çağırma Borusu değil, bu — bu bir asa!”
“Doğru, Leydim. Anladınız demek, sonunda!” Bülbül yüksek sesle güldü. “Üzgünüm, tatlı Leydim, lakin simdi sizden ayrılmalıyım. Belki bir gün yine karşılaşırız. O zaman kadar… Ah, o zamana kadar Symmachus,” dedi arkalarında beliren zırh giyinmiş sekle, “o tamamen senin. Onu geri alabilirsin.”
“Hayır!” diye çığlık attı Barenziah. Ayağa fırlayıp ona doğru koştu, fakat çoktan gitmişti. Birden ortadan yok olmuştu — tıpkı Symmachus’un, elinde kılıcıyla, aniden ortaya çıkması gibi. Kılıcı boş havayı yardı tek bir harekette. Sonra sanki tastan tanrının yerini almışçasına hareketsizce durdu.
Barenziah hiçbir şey söylemedi, hiçbir şey duymadı, görmedi… hiçbir şey hissetmedi…
Symmachus kendisine eşlik eden yarim düzine kadar Elf’e Bülbül’ün ve Kraliçe Barenziah’in yollarını kaybettiklerini ve dev örümceklerin saldırısına uğradıklarını. Bülbül’ün ayağının kayıp derin bir yarığa düştüğünü ve yarığın üzerine çöküp kapandığını. Cesedinin bulunamadığını. Kraliçe’nin karşılaştığı olayın şoku ve kendisini savunmaya çalışırken ölen arkadaşının üzüntüsünü yaşadığını söyledi. Symmachus’un düşük çeneli şövalyeler üzerindeki etkisi ve kumanda gücü öyle bir haldeydi ki, hiçbiri olan biten hakkında en ufak bir fikir sahibi olmamasına rağmen, hepsi her şeyin aynen onun söylediği gibi olduğuna inanmıştı.
Kraliçe saraya geri götürülüp odasına çıkarıldı, hemen ardından hazır bekleyen hizmetçilerini dışarı çıkarttı. Uzun bir süre aynanın karsısında hareketsizce durdu, şaşkın bir halde, ağlayamayacak kadar kendinden geçmişti. Symmachus kalıp ona göz kulak oldu.
“Az önce ne yaptığın hakkında hiçbir fikrin var mi?” diye sordu sonunda — doğrudan, soğukça.
“Bana söylemeliydin,” diye fısıldadı Barenziah. “Kaos Asası! (The Staff of Chaos) Burada olduğunu hiç düşünmemiştim. O dedi ki — o dedi ki–” Zayıf bir ağlama sesi çıktı dudakların arasından ve çaresizlik içinde ikiledi. “Oh, ben ne yaptım böyle? Ne yaptım? Ne olacak simdi bana? Bize?”
“Onu sevdin mi?”
“Evet. Evet, evet, evet! Oh Symmachus, Tanrılar bana merhamet etsinler, fakat onu sevdim. Sevdim. Fakat şimdi… şimdi… Bilmiyorum… Emin değilim… Ben… “
Symmachus’un sert çizgili yüzü hafifçe yumuşadı, gözleri yeni bir ışıkla parladı ve içini çekti. “Tamam. Bu da bir şeydir. Eğer benim elimdeyse bir anne olacaksın. Gerisine gelince — Barenziah, kıymetli Barenziah’ım, tahmin diyorum ki ülkenin üzerine bir fırtına saldın. Bir süre bekleyecek gizlice. Fakat ortaya çıkınca, ona birlikte karşı koyacağız. Her zaman yaptığımız gibi.”
Sonra ona doğru yürüdü ve kıyafetlerini çıkardı üzerinden, yatağa taşıdı onu. Üzüntü ve hasretten, güçsüz düşmüş vücudu, kuvvetli olan esine daha önce hiç yapmadığı şekilde, Bülbül’ün içinde canlandırdığı her şeyi ona sunarak, cevap verdi. Ve böyle yaparak onun yok ettiği bütün huzursuzluk verici izleri sildi.
Boştu, boşaltılmıştı. Ve sonra dolduruldu çünkü bir çocuk vardı simdi içinde büyüyen. Rahmindeki oğlu geliştikçe, sabırlı, sadik, kendini adamış Symmachus’a karşı olan duyguları da gelişti, kökleri uzun bir arkadaşlığa ve hiç bitmeyen bir şefkate dayanan bu duygular sonunda olgunlaşıp bir aşkın bütünlüğüne ulaşmıştı. Sekiz yıl sonra tekrar ödüllendirildiler, bu sefer bir kız ile.
Bülbül’ün Kaos Asası’nı çalmasından hemen sonra, Symmachus, Uriel Septim’e acilen gizli mesajlar yolladı. Normalde yaptığı gibi kendisi gitmedi, bunun yerine kendisine bir oğul vererek onu baba yaptığı bu dönemde Barenziah ile kalmayı seçti. Bu yüzden, geçici olarak Uriel Septim’in gözünden düştü ve onun haksız şüphelerine maruz kaldı. Hırsızı bulması için casuslar yollandı, fakat görünüşe göre Bülbül her nereden geldiyse oraya gitmişti, ortalıkta yoktu.
“Bir kısmı Kara Elf belki,” dedi Barenziah, “ama bir kısmı da insan, bence, gizlice. Yoksa bu kadar çabuk doğurganlık kazanamazdım.”
“Bir kısmı Kara Elf kesinlikle, hatta kadim Ra’athim ırkından geliyor o kısım, yoksa Asa’yı serbest bırakamazdı,” diye cevap verdi Symmachus. Gözlerini ona sabitleyip bakmaya başladı. “Seninle yatacağını sanmıyorum. Bir Elf olarak buna cesaret edemezdi çünkü sonra senden ayrılamazdı.” Gülümsedi. Sonra tekrar ciddileşti. “Tamam! Boru’nun değil, Asa’nın orada olduğunu ve güvenli bir yere ışınlanması gerektiğini biliyordu. Boru’nun tersine Asa bir silah değil, bunu anlamış olmalı. Tanrılara dua et de onu bulamasın! Görünüşe göre her şey istediği gibi gitti — lakin bunu nasıl bildi? Asayı oraya bizzat ben koydum, Ra’athim Boyu’nun son üyesinin yardımıyla, ki kendisi simdi Ebonheart kalesinde kral olarak oturuyor ödül olarak. Tiber Septim Boru’yu aldı fakat Asa’yı saklamam için bıraktı. Tamam! Şimdi Bülbül, Asa’yı gittiği her yerde düşmanlık ve kin tohumları ekmek için kullanabilir arzu ettiği şekilde. Lakin bu ona güç kazandırmaz tek başına. Bu, Boru’da ve onu kullanabilme yeteneğinde yatar. “
“Bülbül’ün aradığı şeyin güç olduğuna emin değilim,” dedi Barenziah.
“Herkes güç arar,” dedi Symmachus, “herkes kendi usulünce.”
“Ben değil,” diye cevapladı Barenziah. “Ben, Lordum, aradığım şeyi buldum.”