Çeviren: Barış Solmaz
” Bu ilginç görünüyor,” dedi Indyk, kuytudaki kalenin burçlarına doğru yol alan siyah kervanı izlerken gözlerini kısıyordu. Her arabanın üzerinde süslü, yabancı birer arma vardı, arabalarının ahşabının cilası ay ışığında parıldıyordu. ” Bunlar da kim dersin?”
” Kesinlikle zengin birileri olmalılar,” diyerek gülümsedi ortağı Heriah. ” Belki de hayatlarını gelir elde etmeye adamış yeni bir İmparatorluk Tarikatı’dırlar ha?”
Heriah’ın iki önemli meziyeti vardı: Kilit açmak ve bilgi toplamak. Sonraki günün günbatımında tepeye geri döndü. Indyk bir saat sonra ona katıldı.
” Buraya Ald Olyra diyorlar,” dedi. ” Tarihi ikinci çağa kadar uzanıyor, kendilerini bir salgın hastalıktan korumak isteyen birtakım asilzadeler tarafından yaptırılmış. Halkın yanlarına gelip, hastalıklarını kendilerine bulaştırmalarını istememişler; bu yüzden zamanına göre oldukça gelişmiş bir güvenlik sistemi kurmuşlar. Tabii ki bugün bu sistem büyük ölçüde pas tutmuştur ama hangi kilitlerin ve tuzakların hala çalışır durumda olduğuna dair birkaç fikrim var. Sen ne öğrendin?”
” Ben işim seninki kadar rast gitmedi,” diyerek somurttu Indyk. ” Kimse bu kervanın kim olduğunu bilmiyor, hatta burada geçtikleri bile bilinmiyor. Tam pes etmiştim ki manastırdaki bir keşişle karşılaştım. Ustalarının gözden uzak bir şekilde yaşan Aziz Eadnua Tarikatı’nın mensupları olduklarını söyledi. Bu keşişle bir süre konuştum, Parathion diye bir eleman ve anlaşılan bu grup bu akşam bir tür ayinvari bir ziyafet veriyor.
” Zengin miymişler?” diye sordu Heriah sabırsızca.
” Elemanın dediğine göre hem de nasıl; ama sadece bu gece için buradalar.”
” Çubuklarım yanımda,” diyerek göz kırptı Heriah. ” Şans bize güldü.”
Heriah kalenin krokisini toprağa çizdi: ana salon ve mutfak ön kapıya yakındı; ahır ve kilitli tutulan cephanelik arka taraftaydı. Bu iki hırsızın daha hiç başarısızlığa uğramayan bir sistemi vardı. Heriah kale girip taşıyabildiği kadar eşya toplardı, Indyk ise dikkatleri başka bir yöne çekerdi. Indyk kapıyı çalmadan önce ortağının duvara tırmanmasını beklerdi.
Bu sefer bir ozan rolü oynayabilirdi ya da kaybolmuş bir maceraperest. Ayrıntıları doğaçlama bir şekilde uydurmak işin en keyifli yanıydı.
Heriah Indyk’in kapıyı açan kadınla konuştuğunu duyabiliyordu ama tam olarak ne dediklerini anlamak için çok uzaktı. Görünüşe göre Indyk üzerine düşen şeyi başarmıştı; kapının kapandığını duydu. Adamda şeytan tüyü vardı, Heriah bunu kabul etmek zorundaydı.
Cephaneliği koruyan kilitlerin ve tuzakların sadece çok azı kurulu vaziyetteydi. Hiç şüphe yok ki zaman içinde çoğu yok olmuştu. Tarikatın hazinelerini korumakla görevli hizmetkarlar yeni birkaç kilit getirmişti. Yeni tuzakların ince düzeneklerinin etrafından dolanılarak etkisiz halegetirilmesi Heriah’a fazla zamana mal oldu. Daha sonra eski fakat hala çalışan sistemle karşılaştı. Heriah kalbinin beklenti içinde çarptığını fark etti. Son kapının ardında artık her ne varsa bu kadar güvenlik sistemine değer bir şey olmalıydı.
Kapı sessizce açıldığında hırsız önündeki gerçekliğin hayal ettiği şeylerden de öte olduğunu gördü. Dağ gibi bir altın yığını, henüz çözülmemiş Efsunla donatılmış antikalar, eşi benzeri olmayan kalitede silahlar, yumruk büyüklüğünde değerli taşlar, sıra sıra dizilmiş tuhaf iksirler ve bir yığın değerli belgeler ve parşömenler. Bu görüntü onu öyle büyülemişti ki arkadan yaklaşan adamı duymadı.
” Siz Iltat Hanım olmalısınız,” dedi bir ses. Hırsız birden yerinden sıçradı.
Sesin sahibi siyah, kukuletalı bir cüppe giymiş olan bir keşişti. Cüppenin altın ve gümüş renkli iplikleri de vardı. Bir an için Heriah konuşamadı. Bu tip durumlara Indyk bayılırdı ama Heriah’ın yapabileceği tek şey sorulan soruyu başıyla ikna edici olduğunu umduğu bir biçimde onaylamaktı.
” Korkarım biraz kayboldum,” diye kekeledi.
” Görebiliyorum,” diye güldü keşiş. ” Orası cephanelik. Size yemek salonuna kadar eşlik edeyim. Gelmeyeceğinizden korkuyorduk. Ziyafet neredeyse bitmek üzere.”
Heriah keşişi avlu boyunca çift kapılı yemek salonuna kadar takip etti. Adamın giydiği cüppenin bir eşi dışarıdaki bir kancaya asılıydı. Keşiş o cüppeyi bir şeyler biliyormuş gibi gülümseyerek Heriah’a uzattı. Kadın cüppeyi giydi. Önce kukuletayı kaldırıp başını öne eğdi, daha sonra keşişin yürüyüşünü taklit ederek salona girdi.
Büyükçe bir masanın etrafındakileri meşale ışığı aydınlatıyordu. Her biri birbirinin eşi siyah birer cüppe giymişti, görünen hiçbir yerleri yoktu. Görünüşe göre ziyafet bitmişti. Boş yemek tabakları, servis tabakları ve kadehler ahşap masanın tamamını kaplamıştı, tabaklarda ancak yemek kırıntıları kalmıştı. Ziyafet tutulan bir oruçtan sonra açılan bir iftarı andırıyordu. Bir an için Heriah Iltat Hanımı düşündü. Zavallı kadın muhteşem bir ziyafeti kaçırmıştı.
Masadaki tek olağandışı şey tam merkezdeydi: Yaklaşık bir dakikalık kalan zamanı ifade eden altından koca bir kum saati.
Salondaki bütün insanlar birbirlerine benziyordu ama bazıları uyuyor, bazıları şen şakrak bir şekilde muhabbet ediyor ve aralarından biri de ud çalıyordu. Heriah fark etti ki o Indyk’in uduydu. Sonra aynı adamın parmağında Indyk’in yüzüğünü gördü. Heriah başındaki kukuletaya şükretti. Eğer şansı varsa Indyk, ortağını fark etmeyecek, dolayısıyla Heriah’ın çuvalladığı anlaşılmayacaktı.
” Iltat,” diye Heriah’ı odadaki insanlara tanıttı genç bir adam. Herkes alkışlamaya başladı.
Tarikatın halen uyanık olan üyeleri Heriah’ın elini öpmek ve kendilerini tanıtmak için ayağa kalktılar.
” Nirdla.”
” Suelec.”
” Kyler.”
İsimler tuhaflaşmaya başladı.
” Toniop.”
” Htillyts.”
” Noihtarap.”
Kendini gülmekten alıkoyamadı: ” Anladım. Tersten söylüyorsunuz. Aslında adlarınız Aldrin, Celeus, Relyk, Poinot, Styllith, Parathion.”
” Tabii ki de öyle,” dedi genç adam. ” Oturmaz mısınız?”
” Teve,” diye kıkırdadı Heriah, toplantının ruhuna ayak uyduruyordu. Boş bir sandalyeye oturdu. ” Sanıyorum kum saatindeki süre dolunca isimler eski hallerine dönecek?”
” Bu doğru, Iltat” dedi yanındaki kadın. ” Tarikatımızın küçük eğlencelerinden biri işte. Bu kale ziyafetimize ev sahipliği yapmak için oldukça ironik bir yer. Burayı yürüyen ölü olarak gördükleri salgın hastalıklıları dışarıda tutmak için inşaa etmişler.”
Heriah meşalelerin yaydığı kokudan rahatsız olmaya başladığını fark etti. Bir anda yanında uyuyan adama tosladı. Adam yüzüstü masaya yapıştı.
” Zavallı Kemey Ana,” dedi yakındaki başka bir adam, bir yandan düşen adamı doğrultmaya yardım ederken. ” Bize o kadar şey verdi ki.”
Heriah ayağa kalktı ve emin olmayan adımlarla ön kapıya doğru yöneldi.
” Nereye gidiyorsun Iltat?” diye sordu salondakilerden biri, ses tonunda rahatsız edici bir alaycılık vardı.
” Benim adım Iltat değil,” diye söylendi Heriah. Indyk’in kolundan tuttu, ” Üzgünüm, ortak. Gitmemiz gerekiyor.”
Kum saatindeki son tane de aşağı düştü. Kolundan tuttuğu adam kukuletasını indirdi. O Indyk değildi. İnsan bile değildi; aç gözleri, devasa dişleri olan insanımsı bir yaratıktı.
Heriah Kemey Ana dedikleri adamın sandalyesinin yakınına düştü. Onun da kukuletası açılmış, Indyk’in bembeyaz kesilmiş kansız yüzü ortaya çıkmıştı. Heriah çığlık atınca odadakiler üzerine çöktü.
Yaşadığı son anda ağzından bir kelime süzüldü: ” Iltat”, tersten okunarak.