Çeviren: Deniz Görmez
Düzenleme: Cem Filiz
Doğam gereği mütevazı olsam da, itiraf etmeliyim ki İmparator’umuzun babası merhum IV. Pelagius tarafından “Tamriel’deki en iyi damak zevkine sahip kişi” olarak gösterilmek oldukça gurur verici. Aynı zamanda beni İmparatorluk Sarayı’na ilk ve tek Aşçılık Sanatı Ustası olarak atayacak kadar da iyi biriydi. Tabii ki diğer İmparatorların da aşçıbaşıları ve asçıları vardı fakat sadece Pelagius döneminde, bir damak tadına sahip, yemek menülerini hazırlamayı ve en iyi kalite ürünlerin servis edilmesini kendisine iş edinmiş birisi atandı saraya. Oğlu Uriel, görevime devam etmemi istedi fakat yaşım ve giderek kötüleşen sağlığım nedeniyle bu görevi münasip bir şekilde reddetmek zorunda kaldım.
Bu kitaba gelince, bunun bir otobiyografi olmasını amaçlamadım. İyi bir yemek için mücadele eden bir nefer olarak geçirdiğim yaşamım boyunca birçok güzel maceram oldu fakat bu kitabı yazma amacım biraz daha özel. Birçok kez şu soruyla karşılaştım: “Yediğin en iyi şey neydi?”
Bunun basit bir cevabi yok. Güzel bir yemekten alınan zevkin büyük kısmı yemeğin kendisinden değil de sunuluşundan, eşlik edenlerden, o anki ruh halinden kaynaklanır. Kaygısızca pişirilmiş bir rosto ya da sıradan bir güveci hayatınızın aşkıyla yediğinizi düşünün, işte bu her zaman hatırlanacak bir yemek olur. On iki tabaklı mükemmel bir masada, sıkıcı konuklarla, biraz da hasta olduğunuz bir zamanda, harikulade bir yemek yediğinizi düşünün, o yemek ya hemen unutulacak ya da daima tatsız bir anı olarak hatırlanacaktır.
Bazen yemekler kendilerinden önce yaşanan olaylar yüzünden hatırlanırlar.
Oldukça yakın bir zaman önce, kuzey Skyrim’de, talihim biraz kötü gitmişti. Bir grup balıkçıyla birlikteydim, onların Merringar denen çok nadir ve çok lezzetli bir balığı yakalama yöntemlerini gözlemliyordum. Balık sadece kıyıdan uzakta yakalanabiliyordu, bu yüzden bizi her tür uygarlık belirtisinden bir hafta için uzaklaştıran bir yolculuk yaptık. Nihayet Merringar avlayacağımız yere geldik ve balıkçılar mızraklarıyla balıkları avlamaya başladılar lakin balıklardan çıkan kan bir Dreugh sürüsünü çekti ve onlar da kayığı üzerindeki herkesle birlikte alabora ettiler. Ben kendimi kurtarmayı başarabildim fakat balıkçılar ve bütün erzak yitip gitti. Ne yazık ki denizcilik yıllar içinde edindiğim yeteneklerden biri değildi ve hiçbir yiyecek malzemesi olmadan Issızkent Krallığı’na geri dönmem üç haftamı aldı. Çiğ olarak yiyebildiğim küçük balıklardan yeterince yakalayabildim fakat yine de açlık ve susuzluktan bitkin düşmüştüm. Kıyıda yediğim ilk yemek kızartılmış domuz eti, Yaban üzümü şarabı ve evet, Merringar filetosu olsaydı tabii ki çok daha makbule geçerdi fakat karsılaştığım açlık tehdidi yüzünden, o küçük balıklar kelimelerle anlatılamayacak kadar lezzetliydi.
Bazı yemeklerse kendilerinden sonra yaşananlar yüzünden hatırlanırlar.
Falinesti’de bir handa, Kollopi denen basit bir köy yemeği getirildi önüme, baharatla ve sosla kaplı, nefis küçük et toplarından yapılan bu yemek, oldukça iştah açıcıydı, ben de han sahibesinden bunun geldiği yeri sordum. Pascost Ana’nın dediğine göre Kollopi ağaçta yasayan bir tür kemirgenmiş ve sadece meşe ağacının en yumuşak filizleriyle beslenirlermiş ve ayrıca şu sıra tam da hasat mevsimiymiş. Bu küçük fareleri yakalayabilen tek canlılar olan Imga maymunlarından oluşan küçük bir grup ile ağaçlıklara gittik. Kollopileri sadece bu maymunlar yakalayabiliyordu çünkü onlar sadece en ince dallarda ve bu dalların da en uçlarında yaşıyorlardı. Sadece Imga maymunları onlara mümkün olduğunca yaklaştıktan sonra zıplayıp onları tünedikleri dalların ucundan “toplayabiliyorlardı”. Tabii ki Imgalar çok becerikliydiler fakat o zamanlar ben de genç ve çevik olduğum için onlara yardım etmek istedim. Asla onlar kadar yükseğe zıplayamasam da zamanla vücudumun üst kısmını sabit tutup bacaklarımı bir makas gibi hızla kapayarak sıçramayı örgendim ve en alt dallardaki Kollopilere yetişebildim. Oldukça zahmetli olsa da sanırım kendi başıma üç Kollopi toplayabilmiştim.
Bugün bile, Kollopileri düşününce ağzımın suyu akıyor fakat aklımda hep benim ve birkaç düzine Imganın meşe ağaçlarının altında zıpladığı sahne var.
Tabii ki bir de kendisinden önce, sonra ve kendisiyle aynı anda meydana gelen olaylar yüzünden hatırlanan nadir yemekler var ki bu da beni yediğim en iyi yemeğe getiriyor, mükemmel asçılık sanatına olan tutkumun ateşini yakan yemeğe.
Chedinhal’da büyüyen biri olarak yiyeceğe çocukluğumda hiç değer vermedim. Beslenmenin önemini anlıyordum, aptal değildim fakat yemek saatinin bana zevk verdiğini de söyleyemem. Kısmen de olsa bunda ailemizin, baharatların Daedra icadı olduğunu ve iyi insanların yiyeceklerini tatsız ve ruhsuz bir şekilde haşlayarak yemeleri gerektiğini düşünen aşçısının da suçu vardı. Buna dini bir önem atfeden tek kişi o olsa da, karşılaştığım örnekler gösteriyor ki bu felsefe anayurdumda, Cyrodiil mutfağında üzüntü verici derecede yaygın.
Yemeğin kendisini sevmesem de diğer yönlerden bakıldığında asık suratlı, sıkıcı bir çocuk değildim. Arena’daki dövüşlere bayılırdım ve tabii ki hiçbir şey beni kasabamın sokaklarında, tek dostum hayal gücüm eşliğinde, avare avare dolaşmaktan daha mutlu edemezdi. Kalbimi ve tüm hayatımı değiştiren bir kesif yaptığım o Haziran ayının sıcak Cuma günü de böyle bir gezintiye çıkmıştım.
Evimin olduğu sokağın aşağısında birkaç terk edilmiş ev vardı ve ben de çaresiz kanun kaçaklarıyla dolu ya da yüzlerce kötü hayalet tarafından işgal edilmiş perili evler olduklarını hayal ederek genelde onların etrafında oynardım. Hiçbir zaman içlerine girecek cesareti bulamadım. Aslında o günlerde benimle alay etmekten özel bir zevk alan başka bir çocukla karşılaşmasaydım asla içeri girmezdim. Fakat sığınacak bir yere ihtiyacım vardı ve ben de en yakın yere koştum.
Ev içeriden de dışarıdan olduğu kadar terk edilmiş görünüyordu, içeride yasayan kimse olmadığı hatta uzun bir süredir kimsenin buraya uğramamış olduğu belliydi. Ayak sesleri duyduğumda yalnızca kendilerinden kaçmayı umduğum iğrenç veletlerin beni takip ettiklerini düşünebildim. Bodruma kaçtım ve oradan bir kuyuya çıkan yarısı yıkılmış bir duvarın ötesine geçtim. Yukarıdan ayak seslerinin geldiğini duyabiliyordum ve daha işkencecilerimle yüzleşmeye gönülsüz olduğuma karar verdim. Kuyunun kenarlarındaki paslı kilitleri kırarak kendimi aşağı doğru salıverdim.
Kuyu kurumuştu fakat boş olmadığını fark ettim. Aşağıda bir tür mahzen vardı, tertemiz, mobilyalı olan ve görünüşe göre hiç de terk edilmişe benzemeyen üç geniş oda. Duyularım bana evde birinin yaşadığını söyledi, sadece görme duyum değil ayni zamanda koku alma duyum da. Çünkü odalardan biri kırmızı boyalı geniş bir mutfaktı ve fırının kömürleri üzerine serilmiş ufak lokmalara bölünmüş bir rosto vardı. Çocuklarının minnettar bakışları eşliğinde tabaktaki rostoyu onlar için küçük dilimlere bölen bir annenin tasvir edildiği güzel ve kendine özgü bir kabartmayi geçtikten sonra, mutfağı ve içindeki harikaları seyrettim.
Dediğim gibi, yiyecekler daha önce hiç ilgimi çekmiyordu fakat kendimden geçmiştim ve şimdi bile bu satırları yazarken kelimeler havada dolaşan o harikulade kokuyu tarif etmekte yetersiz kalıyorlar. Ailemin mutfağındaki hiçbir şeye benzemiyordu kokusu ve bir parça et alıp ağzıma atmaktan kendimi alıkoyamadım. Büyülü bir tadı vardı, et yumuşacık ve tatlıydı. Farkına bile varmadan, ocağın üzerindeki her şeyi yemiştim ve o anda şu gerçeği öğrendim; yemek dediğin olağanüstü olabiliyormuş ve olmalıymış da.
Kendimi tıka basa doldurduktan ve içimdeki aşçı yönümü keşfettikten sonra, ne yapmam gerektiği konusunda kararsız kaldım. Bir tarafım o kırmızı mutfakta oturup, yemeği yapan kişi gelene kadar beklemek ve ona bu harika yemeğin tarifini sormak istiyordu. Diğer tarafım ise birinin evine gizlice girdiğimi ve onların yemeğini çaldığımı hatırlatıp, onlar gelmeden önce burayı terk etmemin akıllıca olacağını hatırlatıyordu. İkinciyi seçtim.
Tekrar tekrar o garip ve harika yere gitmeyi denedim fakat Cheydinhal zamanla değişti. Eski evlere yeni insanlar yerleşti ve yeni evler terk edildi. Evin içinde ne aramam gerektiğini biliyorum -kuyu, çocuklarına rostoyu dilimlemeye hazırlanan bir annenin o güzel kabartması, kırmızı bir mutfak- fakat orayı bir daha asla bulamadım. Büyüyünce bir süre sonra denemeyi bıraktım. Anılarımda kaldığı haliyle daha güzel olacağını düşündüm. İşte yediğim en iyi yemek buydu.
Hayatımın geri kalanını şekillendiren ilham, o şahane et yemeği ile birlikte, o Kırmızı Mutfak’ta pişirilmişti.