Çeviren: CORASPIN
Düzenleme: Mehmet Güder
Çeviri Notu: Kitapta geçen orijinal isimler tersten okunduklarında bir anlam ifade ettiği için, kitabın Türkçe çevirisi yapılırken isimler bu anlamlara göre çevrilerek kitaba eklenmiştir.
————————
Soylu okurum, eğer bu serinin ilk üç kitabı olan ” Dilenci”, ” Hırsız” ve ” Savaşçı” kitaplarını okuyup da zihnine kazımazsan yazılanlardan hiçbir şey anlamayacaksın. Bu yüzden sahafına bir danışmanı salık veriyorum.
Kahramanımız(!), Jallenheim’de ki Zisrileb isimli zengin adamdan çok fazla altın çaldı, ayrıca bolca da değerli taş. Hırsız kuzeye kaçtı, altını hayasızca harcadı -hırsızların genellikle yaptığı gibi- haram zevklerinin detaylarına girmiyorum çünkü bunu okuyan bir beyefendi veya hanımefendiyi rahatsız edeceğinden şüphem yok. Elinde tuttuğu tek şey, o değerli taştı.
Taşı özel bir amaçla saklama niyetinde değildi fakat aklında hep onu alabilecek kadar zengin biri olup olmadığı sorusu vardı. Ve sonra kendini, elindeki milyonlar edecek mücevherle parasız buldu.
Kuzeyde, Hayaletler Denizinin yakınında konuşlanmış olan Kravenwold köyündeki hancıya ” Bana bunun karşılığında oda, ekmek ve bir sürahi bira verir misin?” dedi.
Hancı şüpheli tavırlarla baktı;
” Bu sadece bir adet kristal”, diye cevap verdi. Nalay hemen, ” Ama hoş değil mi?” dedi. Hanın sonunda zırhlı bir kadın ” Bir bakayım” dedi. İzin verilmesini beklemeden taşı aldı, biraz baktı ve pek hoş olmayan bir şekilde gülmeyerek Nalay’a, ” Bana katılır mısınız?” dedi.
” Aslında biraz acelem var” dedi Nalay taşı tutarak ” başka bir zaman olsa?”
” Saygısızlık etmek istemem, dostum. Hancı şahit, ben ve adamlarım buraya girmeden önce silahlarımızı arkamızda bıraktık.” dedi kadın resmi bir dille ve mücevheri geri vermeden yanı başında duran bir süpürgeyi eline alarak. ” Fakat su elimde gördüğünü seni bayıltmak için pekala kullanabilirim de. Elbette bir silah değil fakat en azından birkaç kemiğini kırmaya yeter değil mi ?”
Nalay çabucak, ” Hangi masa” diye sordu.
Genç kadın O’nu, hanın dibinde ki bir masaya götürdü. Köşede on kişilik bir Kuzeyli grubu oturuyordu. Nalay orada olduklarını görmemişti. Nalay’a küçümsen bakışlarla, bir böceği ezmeden önceki ruh halindeymişler gibi bir bakış attılar.
” Benim adım Tilkat” dedi kadın. Nalay şaşırdı! Bu isim Zisrileb’in, Nalay’ın kaçışından önce söylediği ismin aynısıydı! ” Ve bunlar da benim teğmenlerim. Ben büyük ve bağımsız bir asil süvariler ordusunun kumandanıyım. Skyrim’in en iyileri biziz desem yeridir. Yakınlarda Aalto’da ki üzüm bağlarına saldırmak ve sahibi olan İlayah’yı, bağları işverenimiz Zisrileb’e sattırmak için görev aldık. Ödememiz, çok değerli ve büyük boyutlarda olan, hatasız ve ünlü bir mücevherdi.”
” Bize denileni yaptık. Ödülümüz için Zisrileb’e gittiğimizde, bize şimdi ödeme yapamayacağını söyledi. Sonunda bize neredeyse mücevherlerle eşit olabilecek değerde para ödemesi yaptı… Her ne kadar bu ödeme tüm stokunu bitirmemiş olsa da, artık Aalto’dan yer alamayacağı kesin gibiydi. E biz de paramızı tam olarak alamadığımız için, Zisrileb çok ağır bir finansal çöküşe geçti ve İlayah’ın yüksek miktarda hasat edilmiş ürünü de bir hiç uğruna yok edildi.” Tilkat önündeki bir aradan, uzun ama yavaş yudumlar aldı. ” Şimdi bana doğruyu söylemeni bekliyorum”
” Nasıl oldu da bu mücevher senin eline geçti?”
Nalay hemen cevap vermedi.
Onun yerine, sakallı barbarın masaya bıraktığı bir dilim ekmeği alıp yedi.
” Özür dilerim” dedi, ağzı doluydu ” Tabi ki, bu değerli taşı almaman için seni engelleyemem ama diğer yönden de; umurumda olacağını pek sanmıyorum. Hem bunun nasıl elime geçtiği hakkında yalan söylemem çok gereksiz olur. Bunu sizin işvereninizden çaldım. Elbette size ve asil süvarilerinize zarar vermek gibi kasıtlı bir amacım yoktu fakat sizin gibi bir insan için sözlerimin değerli olduğunu da pek sanmıyorum.”
” Hayır” diye cevapladı Tilkat, somurtuyor fakat gözlerinde eğlendiğini belirten bir bakış görülüyordu. ” Hiç de değerli değil.”
Nalay bir parça ekmek daha alıp ” Ama beni öldürmeden önce” dedi. ” Söylesenize, sizin gibi onurlu süvarilerin bir görev için iki kere ödeme almaşı ne kadar şerefli ? Benim onurum yoktur fakat düşünüyorum da Suoubid sırf size söz verdiği için zararına ödeme yapmayı kabul etti, bunun üzerine mücevheri de aldınız, toplam kazancınızın onur kelimesiyle alakası var mı ?”
Tilkat süpürgeyi aldı ve Nalay’a baktı, gülmeye başladı. ” Senin adın nedir, hırsız?”
Hırsız, ” Nalay” dedi.
Bize söz verildiği gibi, mücevheri alacağız. Ama sen de haklısın. Tek bir iş için iki defa ödüllendirilmemeliyiz. Savaşçı kadın süpürge sopasını yere bırakarak. ” Sen bizim yeni işverenimizsin. Yeni ordunun senin için ne yapmasını arzu ederdin?’
Birçok insan adlarına çalışan bir ordudan ziyadesiyle faydalanmak ister fakat Nalay bu insanlardan biri değildi. Kafasında ölçüp biçti ve en sonunda bunun başka bir zamanda ödenmesi gereken bir borç olduğunu düşündü. Kadının tüm vahşiliğine rağmen, Tilkat ordunun içinde büyümüş basit bir kadındı. Tek bildiği savaşmak ve onurdu.
Nalay Kravenswold’dan ayrılırken arkasında emrine amade bir ordu vardı ama ismi beş para etmezdi. Tekrar çalacağını biliyordu.
Ağaçların arasında gezinip, yiyecek ararken çok farklı bir alışılmışlık hissi yaşadı. Bu fundalık yine çocukken acıktığı zamanlarda gelip yiyecek aradığı yerdi. Sağındaki yolun sonuna vardığında, cici, aptal, utangaç hizmetçi Seba tarafından büyütüldüğü krallığa geldiğini fark etti.
İlegnenafri’deydi.
Gençliğinden beri daha da umutsuzluk içindeydi kasaba. Ona ekmek vermeyi reddeden dükkanlar kapanmış, terk edilmişti. Birkaç şehir sakini vergilerden, despotluktan, barbar saldırılardan bitap düşmüş, zıplamaya dermanı olmayan pireler gibi siliklerdi. Nalay gençliğinin şu anki durumdan ne kadar da şanslı olduğunun farkına vardı.
Buna rağmen, bir şato ve kral vardı. Nalay, bir an önce hazineyi çalmak için planlar yapmaya başladı. Her zaman ki gibi mekanı iyice süzdü, güvenlik ve görevliler hakkında notlar aldı. Bu iş baya zamanını almıştı. En sonunda orada ne bir güvenlik, ne de görevli olduğunu anladı.
Ön kapıdan hazineye giden boş koridorlara ilerledi. Kayda değer hiçbir şey yoktu, yalnız bir adam olduğunu fark etti. Ayni Nalay’ın yaşlarındaydı ama daha yaşlı gözüküyordu. ” Burada çalacak hiçbir şey yok” dedi. ” Önceden varmış ama”. Kral Natalraş erken yaşlanmıştı, Nalay ile aynı beyaz saçları ve kırılmış cama benzeyen gözleri vardı. Doğrusu Zisrileb ve Tilkat’a da benziyordu. Nalay daha önce bu çökmüş toprakağası Aalto’yu görmemiş olsa da, gözlerini ona dikmiş bakıyordu. Hiç şüphesiz kral beşizlerinden biriydi.
” Hiçbir şeyin yok mu? ” diye sordu Nalay.
” Lanet olsun ki HAYIR, benim gariban krallığımın dışında hiçbir şey!” dedi Kral şikayet ederek; ” Başa ben geçmeden önce güç ve zenginlik, hepsi mevcuttu. Fakat ben hepsini elimin tersiyle iterek sadece unvanı kabullendim. Omuzlarımda tüm hayatım boyunca sorumluluğun yükü vardı fakat asla onları gerçekleştirecek gücü kendimde bulamadım. Sanki yazgımmış gibi bütün bu lanet harabelere bütün hayatım boyunca bakmak zorunda kaldım. Ve nefret ettim. Eğer krallık kökten çalınıyor olsaydı, seni durdurmak için parmağımı bile kıpırdatmazdım.”
Aslında bu krallığı çalıp götürmek hiç de imkansız görünmüyordu. Nalay, fiziksel benzerliklerinden dolayı Naraltaş olarak birçok kez anılmıştı. Gerçek Natalraş, Zısnakmi ismini alarak tüm mülkünü bırakmış ve Aalto’nun şarap mahzenlerinde çalışmaya başlamıştı. Hayatında ilk kez tattığı bir şeylerden sorumlu olmadığı anların tadına varmış, yıllar önünde eriyip gitmişti.
Yeni Natalraş, Tilkat’ın ordusunu yardım için çağırdı ve orduyu İlegnenafri Krallığı’ndaki barışı sağlamak için kullandı. Artık güven konusunda sorun yoktu, ticaret ve beraberinde her şey tekrar eski düzenine döndü. Nalay alınan gaddarca vergileri, gelişime destek için düşürdü. Bunları duyan Zisrileb, para kaybettiği için her zamankinden daha da sinirli, memleketine dönmesi için zorlandı. Yıllar sonra aç gözlülüğünden kurtulmuş olarak ölüm döşeğindeyken birini kendisinin varisi yapmayı reddetti, böylece krallık kendi servetini yine kendisi yarattı.
Natalraş’ın hakkında güzel şeyler duyduktan sonra, Nalay parasının bir bölümünü Aalto’da üzüm bağları almak için harcadı.
Ve işte böylece Kral Ilatah’ın beşinci çocuğu her zaman hak ettiği verasete konmuştu – Nalay Nafri, bir dilenci, bir hırsız, her çeşit bir savaşçı ve nihayet bir KRAL…