Yazan: Vojne Mierstyyd
Çeviren: Mehmet Kardaş
Palla. Pal La. İsim kalbime kazındı. Kendimi, çalışmalarıma konsantre olmaya çalışırken bu ismi sayıklarken buluyorum. Dudaklarım sessizce “Pal,” diye fısıldarken dilim hafifçe oynayıp “La” diyor, sanki ruhunu öpermişim gibi. Bu yaptığım her yönüyle delilik, biliyorum. Aşık olduğumu biliyordum. Onun soylu bir Kızılmuhafız kadını ve yıldızlardan daha güzel olduğunu biliyordum. Kızı Betaniqi, Lonca’nın yanında bir ev almıştı ve beni beğeniyor, hatta seviyordu. Palla’nın korkunç bir yaratıkla savaştığını biliyordum. Biliyordum ki, Palla ölmüştü.
Dediğim gibi, delilik olduğunu biliyordum ve bu yüzden deli olamayacağımın da farkındaydım. Ama yine de biliyordum ki Palla’mın o lanet canavarla yaptığı o ölümcül, son savaşını anlatan heykelini görmek için Betaniqi’nin sarayına gidecektim.
Tekrar ve tekrar döndüm. Eğer Betaniqi emsallerinden çok daha farklı soylu bir kadın olmasaydı elime bu kadar çok fırsat geçmezdi. Temiz kalbi, asıl tutkumun farkında olmadan beni her zaman çok güzel ağırladı. Saatlerce konuşur, güler ve her seferinde annesinin heykelinin olduğu havuzun başına gittiğimizde nefesim kesilerek duraksardım.
“Atalarınızın en güzel anlarını böylesine yaşatmanız harika bir gelenek,” dedim, dikkatli gözlerini üzerimde hissederek. “Ve isçilik mükemmel.”
“İnanmayacaksınız biliyorum ama,” diyerek güldü kız. “Büyük büyük babam ilk kez bu geleneği başlattığında ortalık bayağı karışmıştı. Biz Kızılmuhafızlar ailelerimize çok düşkünüzdür fakat savaşçıyızdır, sanatçı değil. İlk heykelleri yapmak için gezgin bir sanatçı kiralamıştı. Sanatçının bir elf olduğunu öğrenene kadar herkes eserlere hayranlık duyuyordu. Yaztutan Adası’ndan bir Yüce Elfti.”
“Skandal!”
“Kesinlikle öyleydi,” diye ciddi bir şekilde başını salladı Betaniqi. “Kendini beğenmiş, adi bir elfin soylu Kızılmuhafız savaşçılarının heykellerini yapıyor olması düşünülemezdi bile. Ama büyük büyük babamın kalbi sadece onların güzelliğinin arkasında yatan en iyi insanlara en iyisini verme felsefesiydi. Ben olsam ailemin heykellerini öylesine adi bir sanatçıya yaptırmayı kültürüme bağlılığımı sınamak pahasına da olsa aklımın ucundan bile geçirmezdim.”
“Hepsi birbirinden güzel,” dedim.
“Ama en çok anneminkini beğeniyorsun,” dedi gülerek. “Başkalarına bakıyormuş gibi görünüyorken bile ona baktığını fark ediyorum. O benim de en sevdiğim.”
“Bana biraz ondan bahseder misin?” sesimi normal ve ilgisizmiş gibi tutarak sordum.
“Oh, hep sıra dışı olmadığından bahsederdi ama öyle biriydi,” dedi kız bahçeden bir çiçek kopararak. “Babam ben çok küçükken ölmüştü ve onun üzerine çok fazla yük binmişti ama hepsinin altından kalkmasını bildi. Birçok işle uğraşıyorduk ve o hepsini harika şekilde idare ediyordu. Yani benim şu anda yaptığımdan çok daha iyi bir şekilde en azından. Tek yapması gereken bir gülümsemeydi ve herkes dediğini yapardı böylece. Çok zeki ve çekiciydi ama gerektiğinde de savaşmasını çok iyi bilirdi. Yüzlerce savaşa gitti ama beni bir an olsun göz ardı edip sevgisiz bırakmadı. Hep ölmek için çok güçlü olduğunu düşünürdüm. Aptallık, biliyorum ama o — korkunç yaratıkla, çılgın bir büyücünün laboratuvarından çıkan ucube şeyle savaştığında, geri dönmeyeceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Dostlarına karşı çok nazik, düşmanlarına karşı ise acımasızdı. Bir kadın hakkında başka ne söylenebilir ki?”
Zavalli Betaniqi’nin gözleri hatıra gözyaşları ile doldu. Kendi amaçlarım için onu böylesine üzecek kadar canavarlaşmış mıydım? Sheogorath benden başka bir ölümlü ile asla çatışmamalıydı. Kendimi gözyaşları ve arzulu bir şekilde buldum. Palla sadece bir tanrıça gibi görünmüyor, kızının hikayesine göre onlardan biri olduğunu açıkça gösteriyordu.
O gece yatağa girmek için hazırlanırken, Yönetici Tendixus’un ofisinde haftalar önce bulduğum kara disk tekrar gözüme çarptı. Varlığını neredeyse unuttuğum bu gizemli ölü çağırma objesi, büyücülere göre, sevilen bir ölüyü diriltebilirdi. Neredeyse tamamen içgüdüsel olarak diski kalbime yerleştirip, “Palla,” dedim.
Odamı ani bir soğukluk doldurdu. Nefesim havada buhar halini aldı. Korkudan diski düşürdüm. Kısa süre sonra aklım yerine gelince fark ettim ki: eser dileğimi yerine getirmişti.
Sabahın erken saatlerine kadar, hanımımı Oblivion’un zincirlerinden kurtarmaya çalıştım ama işe yaramıyordu. Ben ölüçağıran değildim. Üstatlarımdan birine bu konu hakkında sormayı aklıma getirdim ama Üstat Ilther’in diski yok etmem konusundaki yemin ettirmesi aklıma geldi. Beni loncadan atar, diski de kendileri yok ederlerdi. Ve böylece, aşkımı bana getirecek tek anahtar da elimden uçup giderdi.
Ertesi gün okulda yine her zamanki yarı-uyuşuk halimdeydim. Üstat Ilther kendi dersi olan Tılsımlama Dersi’ni veriyordu. Monoton şekilde dersi verirken birden tüm gölgeler çekildi ve kendimi bir ışık sarayında buldum.
“Birçok insan benim yaptığım bilimi düşününce, akıllarına ilk olarak yaratıcılık gelir. Büyü ve muskaların nesnelere aktarılması. Büyülü bir kılıcın ya da yüzüğün yapılması. Ancak yetenekli bir tılsımcı aynı zamanda bir katalizördür. Yani yeni bir şeyler üreten o akıl aynı zamanda eski bir şeylerden çok güçlü şeyler çıkarabilir. Bir yeniyetme için sadece sıcaklık üreten bir yüzük, yetenekli ellerde koca bir ormanı kömüre çevirebilir.” dedi ve kıkırdayarak ekledi: “Bunu savunduğumu sanmayın sakın. Bu işi Yıkım Okuluna bırakalım.”
O hafta herkesten uzmanlaşacağı bir alan seçmesi istendi. Arkamı Yanılsama Okuluna dönüp gittiğimde herkes çok şaşırmıştı. Şimdilerde önceden o saçma büyülerle nasıl eğlendiğimi düşünmek bile saçma geliyordu. Aklım fikrim artık diskin gücünü açığa çıkarabilecek olan Tılsımlama Okuluna kaymıştı.
Sonraki aylarda neredeyse hiç uyumadım. Haftada birkaç saat zamanımı Betaniqi ve heykel ile geçirerek gücümü ve arzumu ayakta tutardım. Zamanımın geri kalan kısmını Üstat Ilther ya da asistanları ile tılsımlama ile ilgili öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek için geçirirdim. Bana bir nesne içindeki en derin büyüleri bile tanımayı öğrettiler.
“Basit bir büyü bile, ne kadar yetenekli ya da harika bir şekilde yapılmış olursa olsun, kısa ömürlüdür,” diye iç çekmişti Üstat Ilther. “Ama bir yere yerleştirilirse, neredeyse yaşayan bir enerjiye dönüşür, gelişir, olgunlaşır ta ki farkında olmayan bir el ona dokunana kadar. Kendini derinlerden işlenmemiş altın çıkaran bir madenci gibi görmelisin.”
Her gece laboratuvar kapandıktan sonra öğrendiklerimi tekrarlıyordum. İçimdeki artan güçle beraber diskin de güçle dolduğunu hissedebiliyordum. Sürekli “Palla,” diyerek nesneyi üzerindeki her girinti çıkıntıyı araştırıyordum. Ona çok yakın olduğum zamanlarda bana dokunan elleri hissedebiliyordum. Ama ölümün gerçekliği gibi karanlık ve zalim bir şey her zaman rüyalarımın ufkunda beliriyordu. Onunla beraber iğrenç bir çürük kokusu yandaki odalara kadar dağılıyordu.
“Yer tahtalarının altına bir şey sıkışmış olmalı,” diyordum başkalarına aldırmadan.
Üstat Ilther öğrenme aşkımı çok beğeniyordu ve çalışmalarım için laboratuvarını kullanmama da izin verdi. Ama ne kadar şey öğrenmiş olursam olayım, Palla her zamanki kadar uzak görünüyordu. Bir gece hepsi sona erdi. Derin bir şekilde, diski göğsüme dayamış onun adını mırıldanırken, pencereden gelen ani bir parlak ışık konsantrasyonumu dağıttı. Şiddetli bir yağmur fırtınası Mir Corrup üzerinde gürledi. Panjurları kapatmaya gittim. Masaya geri döndüğümde diskin kırılmış olduğunu gördüm. Önce histerik hıçkırıklara sonra kahkahalara gömüldüm. Bu kadar zaman ve çalışmadan sonra bu olanlar kırılgan aklım için taşıyabileceğimden fazlaydı. Ertesi gün ve ondan sonraki günü yatağımda ateşler içinde yanarak geçirdim. Bu kadar çok şifacının olduğu Büyücüler Loncasında olmasaydım, büyük ihtimalle şimdiye ölmüş olurdum. Ayrıca bu şekilde yeni öğrenciler için de çalışacak bir malzeme haline geldim.
Sonunda yürüyebilecek kadar iyileştiğimde, Betaniqi’yi ziyarete gittim. Benim hayaletimsi görünüşüme karşın o her zamanki gibi çekiciydi. Fakat sonunda onunla birlikte havuzun kenarında yürümeyi kibarca fakat kararlı bir şekilde reddederek, endişeli olması için ona bir sebep verdim. “Ama heykellere bakmak hoşuna gidiyor,” diye bağırmıştı.
Ona gerçekleri ve daha fazlasını borçlu olduğumu hissettim. “Sevgili Leydim, ben heykellerden daha fazlasını seviyorum. Ben annenizi seviyorum. İkimiz kutsanmış heykelin üzerindeki örtüyü kaldırdığımızdan beri aylardır onu düşünüyorum. Şimdi benim hakkımda ne düşünürsünüz bilmiyorum ama onu ölümden nasıl geri döndürebileceğim düşüncesi bir takıntı haline gelmiş durumda bende.”
Betaniqi bana gözleri açık bir şekilde baktı. Ve sonunda konuştu: “Sanırım artık gitmeniz gerekiyor. Bu korkunç bir şaka mıydı bilmiyorum–“
“İnanın bana keşke öyle olsaydı. İşte başarısız oldum. Neden bilmiyorum. Aşkım yeterince güçlü olmadığı için olamaz, çünkü başka kimse böyle güçlü bir aşka sahip olamazdı. Belki de büyü yeteneklerim yeterince iyi değildi ama bu da az çalıştığım için değildi kesinlikle.” Sesimin gittikçe yükseldiğini fark ediyordum ama buna engel olamıyordum. “Belki de hata annenin benimle hiç karşılaşmamasından kaynaklanıyordu ama ölü çağırma büyülerinde sadece büyüyü yapanın aşkının önemli olduğunu sanıyordum. Ne olduğunu bilmiyordum! Belki de şu anneni öldüren korkunç yaratık, ona son nefesini verirken bir çeşit lanet yaptı! Başarısız oldum! Ve neden bunu bilmiyorum!” Onun gibi ufak bir hanımdan beklenmeyecek bir güç ve çeviklikle Betaniqi karşıma geçip bağırdı, “Defol!” ve ben de kapıya doğru gittim.
O kapıyı kapatmadan önce, beş para etmez özürlerimi sundum: “Çok üzgünüm, Betaniqi ama anneni sana geri getirmeyi istediğimi bir düşün. Biliyorum, delilikti bu ama hayatımda kesin olan bir tek sey var ve o da şu ki ben Palla’ya aşığım.”
Kapı neredeyse kapanmıştı ama kız kapıyı açıp heyecanla sordu: “Kime aşıksın sen?”
“Palla!” diye bağırdım tanrılara.
“Annemin adı,” diye histerik bir şekilde soludu. “Xarlys’di. Palla canavarın adıydı.”
Mara bilir kapalı kapıya öylece ne kadar süre baka kaldım, sonra Büyücüler Loncasına doğru yürüdüm. Aklımdan Mumışığı ve hikayelerdeki gecede heykeli ilk kez elime aldığım ve aşkımın adını duyduğum o gecenin dakikaları geçti. O çaylak Breton, Gelyn konuşuyordu. Tam arkamdaydı. Acaba canavarın adını biliyor da ölen kadını tanımıyor muydu? Mir Corrup’un varoşlarıyla kesişen ıssız dönemece geldiğimde, yerden beni bekleyen büyük bir gölge yükseldi.
“Palla,” diye inledim. “Palla.”
“Öp beni,” diye uludu.
Ve işte bu hikayemin sonu. Aşk kıpkırmızıdır, tıpkı kan gibi.