Gece Ana’nın Gerçek Hikayesi
Konteslerle, metreslerle tanıştım; imparatoriçelerle ve cadılarla, savaş kadınlarıyla, barış fahişeleriyle karsılaştım; fakat Gece Ana gibi bir kadınla hiç karsılaşmamıştım ve bir daha karsılaşacağımı da sanmıyorum.
Ben bir yazar ve ufak çaplı bir şairim sadece. İsmimi sizlere söyleseydim, belki beni tanırdınız ama ‘belki’. Yıllarca Balyozyurt sahilindeki Sentinel’de yaşadım ve diğer sanatçılar, ressamlar ve yazarlara arkadaşlık ettim. Tanıdığım hiç kimse bu suikastçıyı bilemezdi: Kan Çiçeği, Ölüm Prensesi, Gece Ana. O bütün suikastçıların kraliçesiydi.
Gece Ana’yı daha önce ben de duymamıştım.
Birkaç sene evvel, Diagna Düzeni hakkındaki bir kitap araştırması için Balyozyurt’a gelen, tanınmış bir Alim olan Pelarne Assi ile tanışma şerefine eriştim. Onun makalesi “Karanlığın Kardeşleri”nin, Ynir Gorming’in “Ateş ve Karanlık: Ölüm Kardeşliği” ile birlikte, Tamriel’in suikast düzeni hakkında temel kaynaklar oldukları var sayılır. Şansıma, Garming de Sentinel’deydi ve bu ikisiyle birlikte şehrin köhne bir yerindeki bir skooma hanında ağzımızda sigaralarımızla Karanlık Kardeşlik, Morag Tog ve Gece Ana hakkında sohbet etme fırsatını elde ettim.
Gece Ana’nın ölümsüz ya da uzun ömürlü biri olabileceği hakkındaki konuşmamıza ara vermiştik ki Assi, bunca yıl sadece birkaç kadının hatta erkeğin böylesine onurlu bir isim elde edebildiğini belirtti. Bu nedenle sadece bir tane Gece Ana olduğunu söylemenin, sadece bir tane Sentinel Kralı olduğunu söylemek kadar mantiksiz oldugunu söyledi.
Gorming bir insan formunda hiçbir zaman Gece Ana diye birinin olmadığını söyledi. Gece Ana, Mephala’nın ta kendisiydi, yani Kardeşlik’in Sithis’ten sonra hayranlık duyduğu ikinci tanrı.
“Kesin olarak emin olmanın bir yolu olduğunu sanmıyorum”, dedim.
Sırıtarak, “Elbette var” diye fısıldadı Gorming. “Köşedeki pelerinli ile konuşabilirsin mesela.”
Kaba bir kayadan oluşan, süpürülmemiş ve dolayısıyla kirli odanın adeta bir parçası gibi duran, pelerinden gözleri görünmeyen, kendi kendine oturan adamı daha önce fark etmemiştim. Ynir’e dönerek, onun Gece Ana hakkında nasıl bir bilgi sahibi olabileceğini sordum.
Pelarne Assi, ‘O Karanlık Kardeşlik’ten. Bugün gibi ortada. Onunla Gece Ana hakkında konuşmanın şakası bile hoş değil’ diye tısladı.
Morag Tong ve Kardeşlik hakkında tartışmaya devam ettik; fakat ben, etrafında hayaletler gibi uçuşan füme otun dumanı içinde odanın köşesinde oturan, aynı anda her şeye bakıyormuş ve hiçbir şeye bakmıyormuş hissi uyandıran o yalnız adamın görüntüsünü hafızamdan silemedim. Bu nedenle, haftalar sonra onu Sentinel’de tekrar gördüğümde, onu takip etmeye karar verdim.
Evet, onu takip etim. Okuyucuların ‘Neden’ ve ‘Nasıl’ gibi sorular sorabilir, bunun için sizi suçlayamam.
‘Nasıl’ sorusunun cevabi, benim şehrimi bilmem kadar basit bir cevap. Ben bir hırsız değilim fakat hareketsiz, yerimde duran biri de değilim. O yüzden Sentinel’in dar sokaklarını, caddelerini iyi bilirim çünkü yıllardır buradayım. Hangi köprünün gıcırdadığını, hangi binanın gölgesinin biçimsiz olduğunu, kuşların aksam şarkılarının duyulmaya başladığı zamanı dahi bilirim. Bunun verdiği rahatlıkla, ona kendimi göstermeden ve duyurmadan takip etmeyi sürdürdüm.
‘Niçin’ sorusunun cevabi ise bundan bile basit. Doğduğumdan beri bir yazarın merakına sahibim. O nedenle yeni, garip bir şey gördüğümde, onu gözlemlemeliyim. Bu da yazarlığın bir lanetidir.
Pelerinli adamı, şehrin derinliklerine kadar takip ettim, iki apartman arasında ufacık bir geçit gibi duran dar sokağın aşağısında eğri bir çiti geçtim ve aniden, mucizevi bir şekilde daha önce hiç bulunmadığım ve görmediğim bir yerde buldum kendimi: Bir düzine çürük tabutun bulunduğu küçük bir mezarlıkta. Etrafı çevreleyen binaların mezara bakan tarafında hiç pencere yoktu, burada küçük bir mezarlığın bulunduğunu bu nedenle hiç kimse bilmiyor olmalıydı.
İçerideki altı erkek, bir kadın ve benim dışımda hiç kimse.
Kadın hemen beni fark etti ve gelmem için bana işaret etti. Kaçabilirdim fakat – hayır, yapamazdım. Sentinel’de bir gizem keşfetmiştim ve bu keşfimin sonuna kadar gitmeme hiçbir şey engel olamazdı.
Kadın adımı biliyordu ve sıcak bir tebessümle söyledi. O Gece Ana’ydı. Iliac Koyu kadar mavi, dostça bakışlara sahip gözleri, hala gençlik izleri barındıran ve buruşuk bir elmayı andıran yanakları, kabarık beyaz saçları ile yaşlı bir kadındı. Yavaşça elimden tuttu, mezarların arasında bir yere oturduk ve cinayetler hakkında konuşmaya başladık.
Her zaman Balyozyurt’ta değildi, bu nedenle ona doğrudan ulaşılamıyordu. Ama görünen o ki müşterileriyle konuşmak hoşuna gidiyordu.
Saygıyla burada Kardeşlik için bulunmadığımı dile getirdim.
“O zaman niye buradasın?” diye sordu. Gözü daima gözlerimdeydi.
Ona “Sizi tanımak istediğim için,” diye cevap verdim. Buna karşılık beklemiyordum ama anlatmaya başladı.
“Siz yazarların benim hakkımda uydurduğunuz hikayeler umurumda değil,” diyerek kıkırdadı. “Bazıları çok güldürücü, bazıları da işime yaramıyor değil. Carlovak Townway’in kurgusundaki divan üzerinde uzanan seksi karanlık kadın özellikle favorim. Gerçek şu ki, benim tarihim çok da çarpıcı değil. Ben uzun zaman önce Hırsızlar Loncası ilk kurulduğu zamanlarda bir hırsızdım. Hırsızlık yaparken yakalanmamak için bir evin etrafında sinsice dolaşmak can sıkıcı bir eylemdi, çoğumuz içeridekileri boğmanın çok daha etkili olduğunu keşfettik. Ve işin kolaylığı için bu yaptığımızın bir cinayet bilimi ve sanatı olarak adlandırılmasını loncaya önerdim.”
“Çok da tartışmaya sebep olacak bir soru gibi gelmedi bu bana,” diyerek omuz silkti kadın. “Hırsızlık, kapkaç, kilit açma, çalıntı mal satma ve işin diğer önemli konularında uzman birçok adamımız vardı ve Lonca cinayete özendirici herhangi bir şeyin bu işe zarar vereceğini düşündü. Bu konu haddinden fazla tartışıldı.”
“Belki de haklıydılar,” diye devam etti yaşlı kadın. “Fakat keşfedilmeyi bekleyen bir şeyi keşfetmiştim. Ölümün getirdiği bir kazanç vardı. Hem hiçbir soygun işi başarısızlıkla sonuçlanmamış oluyordu hem de kurbanın düşmanın olması durumunda ki bunlar genelde zengin olurlardı, hırsıza daha fazla ödeme yapılabilirdi. Bunu keşfettikten sonra insanları değişik şekillerde öldürmeye başladım. Onları boğduktan sonra, gözlerine iki taş koyuyordum, bir siyah bir de beyaz.
“Neden?” diye sordum.
“Bu benim imzamdı. Sen bir yazarsın – kitaplarında isminin olmasını istemez misin? Ben ismimi kullanamıyordum fakat beni ve işimi bilen müşterilerim olsun istedim. Artik bunu yapmıyorum, gerek yok fakat o zamanlarda bu benim işaretimdi. Yaptıklarım kulaktan kulağa yayıldı ve bana oldukça başarılı bir iş sağladı.”
“Ve Morag Tong böyle ortaya çıktı, öyle mi?” diye sordum.
“Oh, hayır tatlım hayır,” diye gülümsedi Gece Ana. “Morag Tong benim zamanımdan çok evvel vardı. Yaşlı olduğumu biliyorum fakat o kadar da yaşlanmadım. Son liderlerinin öldürülüşünden sonra parçalanmaya başladıklarında Morag Tong suikastçılarından bazılarını ben kiraladım, o kadar. Artik Tong’un adamı olmak istemiyorlardı ve onun dışında geriye kalan tek suikastçı ben olduğumdan dolayı bana katıldılar.”
Bir sonraki sorumu yavaşça sordum. “Bunları bana anlattıktan sonra beni öldürecek misiniz?”
Üzgünce ve bir büyük anne edasıyla iç geçirerek başını salladı. “Sen çok tatlısın kibar genç adam, arkadaşlığımızı bitirmek istemem. Sanmıyorum ki hayatın karşılığı bunlardan birisine bahsedesin, değil mi?’
Büyük bir şaşkınlıkla onayladım. Bu buluşmadan kimsenin haberi olmayacağına dair söz verdim fakat gördüğünüz gibi yıllar sonra bu sözümü tutmamayı seçtim. Öyleyse, hayatımı neden tehlikeye attım?
Tuttuğum diğer sözler yüzünden.
Gece Ana’ya ve Karanlık Kardeşlik’e benim için fazla kanlı ve adi işlerde yardımlarda bulundum. O günden başlayarak ihanet ettiğim insanları düşündüğümde ellerim titrer hala. Şiirime devam etmek istedim fakat mürekkep kana bulanmış gibiydi. Sonunda, adımı değiştirerek beni tanıyan kimsenin olmadığı bir yere gittim.
Ve bunu yazdım. Tanıştığımız gece benimle konuşup paylaştıkları ile Gece Ana’nın gerçek hikayesini. Bu benim son yazım olacak, bunu biliyorum. Bilin ki her kelimesi gerçeği anlatıyor.
Benim için dua edin.
Editörün Notu: Orijinali anonim olarak yayınlanmasına rağmen yazarın ismi belli birşeydir. Yazı tarzını bilen uzman olmayan herhangi biri bile bu kutsal tanığın “Alikir” kitabındaki ahenk ve stili ve şiirlerindeki tarzı ile Enric Milnes olduğunu anlardı. Bu yayınlandıktan kısa bir süre sonra Milnes öldürüldü ve zanlıları hala bulunamadı. Boğulmuştu ve gözlerine iki adet taş yerleştirilmişti; biri siyah biri beyaz. Çok zalimce.