Çeviren: Stormlancer
Düzenleme: Mehmet Güder
Gottlesfont Manastırı’na gelirken, Skingrad ve İmparatorluk Şehri arasındaki Altın Yol’un yarısında, Ceyayatatar’i, eski Ayleid dilinde “Ataormanların Gölgesi” olarak bilinen muhteşem harabeleri görmek için yolumu biraz uzatmaya karar verdim.
Karmakarışık akdiken cehenneminde ve oynak çalılardan geçen zorlu bir yolculuktan sonra, yemyeşil asmalardan oluşan bir tepede, beş saf beyaz sütundan mükemmelce “v” sekline sokulmuş kemerler ve toy orman filizlerinden yükselen zarif sütün başlarıyla karşılaşınca aniden dilim tutuldu. Bu manzara, geçmişin eski ihtişamını kaybetmesi ve şimdiki zamanın yeşermiş höyüklerinin kemik kırıntıları arasına sıkışan büyük medeniyetlerin, melankolik kaderi üzerine düşünmeme sebep oldu.
Ormanın karmaşasında, bir zamanlar Magnus’a, Görmenin Tanrısına, Işık ve Sezgi’ye adanan büyük yer altı yapısının merkez dairesine inen bir giriş keşfettim. Büyülü havuzlardaki azalmış güçle parlayan solgun ışıklar, harap olmuş beyaz duvarları soğuk mavi bir ışıkla sarıp aydınlatıyordu.
Bedeste’nin mermer sıralarını çevreleyen sulardan çıkan uzun sütunlar, keskin köşelerin desteklediği yüksek kubbeye uzanıyordu. Sessiz havuzlar ve sütunların ardındaki dar yürüyüş yerleri, geniş kemerli sokaklar ve tüm o derin kasvetli karanlığa uzanan berrak kanallar, merkez adadan heybetli köprülerle bağlanıyordu. Birikintilerde; yıkılmış sütunlar, çökmüş duvarlar, karışık kökler ile karanlıkta büyüyen sarmaşıkların ve büyülü havuzların yarı aydınlık yansımaları vardı.
Kadim Ayleid’ler modern doğa felsefesinin dört elementini; toprak, su, hava ve Ateş’i kabullenmediler ama Yüce Elf dininin dört elementini; toprak, su, hava ve Işık’ı kabul ettiler. Ayleid’ler Ateş’in, Ayleid filozoflarının, başlıca büyü prensiplerden biri olarak kabullendiği Işık’ın zayıf ve yozlaşmış bir şekli olduğunu düşünürlerdi. Bu yüzden, kadim yeraltı tapınakları ve kutsal yerleri, lambalar, küreler, havuzlar ve saf büyünün kaynaklarıyla aydınlatılırdı.
Uzun süre önce ölmüş olan Ayleid mimarisinin parçalanmış şaheserleri, bu eski, geride kalmış ama hala canlı olan büyüsünden sıyrılarak, beni düşünmeye ve önünde hürmetle eğilmeye yöneltti. Çevremde, su birikintilerinde yansıyan cam gibi yumuşak görüntüye bakarken, dip derinliğini, Welkynd taşlarının yavaş nabzını, parlayan ve kararan görüntüsünü görebiliyordum.
Bu harabeleri keşfederken en büyük tehlike, tapınak yerlerini istila edenlere acı çektirmek ya da şaşırtmak için Ayleid’ler tarafından kurulan kurnaz ve ölümcül mekanizmalardı. Ne ironiktir ki bunca yıldan sonra, bu mekanizmalar Ayleid’lerin çalışmalarını takdirle karşılayanlara hayranlık duyanlara karşı hala tetikte bekliyorlar. Dürüst olmak gerekirse… Bu mekanizmalar beyhude üretilmişti. Ayleid’lerin gerçek düşmanlarına karşı koruma sağlamada işe yaramadılar, ne ayaklanan ve zalim efendilerini yıkan kölelere karşı, ne de Ayleid efendilerinden büyüyü ve silah yapmayı öğrenen zalim hayvan-insanlara karşı… Hayır, onları başarısızlıkta ve belirsizlikte kurumaya mahkum eden… Başarılarından kaynaklanan kibirli gururları ve imparatorluklarının sonsuza kadar süreceğine inanan kendini beğenmiş inançlarıydı.